İstanbul nasıl bir yer olurdu İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı olmasaydı? Bugünlerde art arda etkinliklerle 40. yaşını kutladığımız, İstanbul Festivali olarak başlayan; bütün yıla ve bütün sanat disiplinlerine yayılan, hayatımızı renklendiren etkinlikleri gerçekleştiren İKSV olmasaydı?
İstanbul’un dünya kültür haritasında yer almasının, gelişmişlik düzeyinin otomobil sayısıyla değil sanat etkinliklerinin yoğunluğuyla ölçüldüğünü devlet de millet de, itiraf edelim, İKSV sayesinde anladı. En iyi sanatçı ve sanat eserlerini İKSV sayesinde takip edebildik de zevklerimiz gelişti ve inceldi.
Ne kamunun ne özel sektörün tek başına gerçekleştiremeyeceği bir uzmanlaşma ve yatırım gerektiren, uluslararası çapta kültür sanat etkinlikleri düzenlemede Türkiye’nin öncü ve örnek kurumu İKSV. Hatta zaman zaman rakipsiz olmasına, devlet ve sermaye ile yakın ilişkilerine çeşitli muhalif sanatçı gruplarının isyan edeceği kadar! Oysa İKSV, Türkiye ve İstanbul’u dünya kültür haritasına yerleştirip bir marka haline getirdikten sonra tekelleşmenin aksine birçok başka kurumun da önünde yol açtı. Ankara’da, İzmir’de İKSV modeli ama etkinlik alana daha kısıtlı vakıflar kuruldu ve o kentlerin de kültür hayatları büyük ölçüde canlandı. Bazı büyük şirketler oldukça nitelikli müzik festivalleri yaptı. Ama hepsi sürekli olamadı.
Kamunun başlıca görevi sanatçı yetiştirmek ve istihdam etmek, ülkenin kültürünü korumak ve geliştirmek; sanatçıların özgürlüğünü ve üretimini garantilemektir. Bu yüzden konservatuvar ve güzel sanatlar akademilerinden opera bale ve tiyatro topluluklarına, orkestralara, müzelere, arşivlere dek pahalı ve karmaşık altyapılara sahip olan; ülkede süreklilik arz etmesi mutlak kültür sanat kurumlarını kurmak, işletmek, oralardan sanatçı yetiştirmek, sanatçılara iş vermek, yaratıcılıklarını teşvik etmek kamu görevidir. Bu görev hem yatırımların büyüklüğü nedeniyle özel sektörün göze alamayacağı bir girişimdir hem de kamu ilke olarak siyasi ya da iktisadi kar amacı gütmeyeceği için üretimin niteliğinin yüksek ve özgür olmasını sağlar. Öte yandan kamu, ister devlet olsun ister yerel yönetim sivil toplum kuruluşlarını ve özel sektörü destekleme mekanizmaları aracılığıyla kültür sanat etkinlikleri düzenlemeye teşvik eder.
Birtakım uluslararası ilişkiler dolayısıyla bir kültür sanat etkinliğine taraf olduğunda ya belirli bir devlet kurumunu angaje eder. Ama komplike bir girişim söz konusu olduğunda Türkiye’de kamuyu temsilen hep İKSV’yi görmemiz rastlantıdan ibaret midir? Elbette, hayır. Fransa, Hollanda gibi ülkelerle uzun vadeye yayılan kültür sanat alışverişinde bulunduğumuzda İKSV’den başka hangi kurumda konsept ve yöntem belirleyerek her alanda Türkiye’yi temsil edebilecek sanatçıları bir araya getirme, o kadar geniş ve yaygın organizasyonların altından kalkabilme yetisi ve becerisi vardı? Daha küçük çaplı ve spesifik etkinliklerde başka kurumlar da verimli ve başarılı oluyor ama yelpaze genişlediğinde yurt dışına da yurt içine de güven telkin eden kurum hep İKSV oluyor.
Tabii her kurum gibi İKSV’nin de bir eğilimi var. Kimseye şerh koyduklarını sanmamakla birlikte bazı sanatçı ve toplulukları diğerlerine tercih ettiklerini ben de gözlemliyorum. Bu durumun çoğu zaman kişisel yakınmalardan ileri gitmediğine, nadiren yazılı eleştiriye dönüştüğüne, Bienal zamanlarında ise küçük protestolara dönüşebildiğine tanık olduk. Bölüm / festival yöneticilerinin sanat anlayışları, seçimlerinde etkili oluyordur, nihayetinde hepsi birer insan! Bazı kişi ve kuruluşlarla diğerlerinden daha iyi çalıştığı için onlarla daha sık işbirliği yapıyordur İKSV.
Fakat şu 40 yıla dönüp baktığımızda gördüğümüz o müthiş manzaraya doyabilir miyiz? Dünyanın en muhteşem sanatçı ve topluluklarını, en cesur çağdaş sanat eserlerini ve filmlerini İstanbul’a getiren İKSV’den çok bize, Türkiye’nin bütün sanatseverlerine ait bu kutlama.