Diyoruz ki “madem müttefikiz, (hem de stratejik olanından) o zaman bizim terörist olarak kabul ettiklerimizi siz de terörist olarak kabul edin. PKK neyse diğerleri de onların farklı adlarla uzantılarıdır.”
Tamam diyorlar. Ama önce kapalı kapılar ardında sonra alenen “PKK’yı terörist olarak tanımlıyoruz ama YPG, PYD bizimle birlikte DAEŞ’e karşı mücadele veriyor (ki yalan söylüyorlar) Onları terörist olarak kabul etmiyoruz.”
Diyoruz ki “sizin terörist olarak kabul etmediğiniz bu PYD, rejim güçleriyle bir olmaya hevesli (Salih Müslim’in ‘ortam oluşursa Esed güçleriyle birleşiriz’ açıklamasını unutmayın) bir örgüttür.”
İnanmış gibi yapıyorlar. Ama el altından her türlü desteği veriyorlar.
Diyoruz ki “dost musunuz?” Diyorlar ki “evet.”
“Peki dostsanız, dostun düşmanı düşmanınız olmalı” diyoruz.
“Haklısınız” diyorlar. Ama düşmanları olması gerekenlere silah yardımı bile yapıyorlar iyi mi. Ki o silahlardan bazıları Cizre, Sur, Nusaybin’de ortaya çıkıyor. Yetmiyor. Düşmanları olması gereken terörist grubun elinden plaket alıyorlar.
Diyoruz ki “Suriye sorununu çözmek için güvenli bölge ve uçuşa yasak bölge şart.”
Mırın kırın ediyorlar, kabul etmiş gibi görünüyorlar ama bu hamleyi bertaraf etmek için uluslar arası platformlarda ayak oyunları yapıyorlar. Aradan 4 sene geçiyor haklılığımız ortaya çıkıyor. Şimdi sadece güvenli bölgeye sıcak bakmaya başlıyorlar. Uçuşa yasak bölge için 4 yıl daha beklemek mi gerekiyor?
Diyoruz ki “Suriye’de DAEŞ ile mücadele edelim. DAEŞ adı altında orada etnik temizlik yapmayın.”
Tamam diyorlar. Ama Türkmendağı’nı bombalıyorlar, Türkmenleri öldürüyorlar, etnik temizliğin dik alasını yapıyorlar.
Diyoruz ki “iki buçuk milyondan fazla göçmene sizin hiçbir yardımınız olmadan baktık, bakmaya devam ediyoruz. 8 milyar harcadık. Helali hoş olsun. Yine de harcarız. Ama gelin siz de elinizi taşın altına sokun, bu meseleyi birlikte halledelim”
Tamam diyorlar. “Müthiş işler yapıyorsunuz. Biz sizin gibi yapamayız. Lütfen göçmenlerle ilgilenin biz her türlü yardımı yaparız” taahhüdünde bulunuyorlar. Sonra iki yılda bir 3 milyar Euro’dan fazla ödeyemeyiz” diyorlar. O parayı da AB üyelik öncesi fondan kullanıyorlar. Oysa sırf kendilerine zarar gelmesin diye Yunanistan’a 400 milyar Euro veriyorlar.
En son dayanamıyoruz ve diyoruz ki “Yalan söylüyorsunuz. Utanmıyorsunuz. Biz sizin verdiğiniz paraya ihtiyaç duymuyoruz. Bundan sonra da biz bakarız ama yeni gelenleri defacto Suriye sınırında durduracağız. Göçmenlerle sınırın öteki tarafında ilgileneceğiz. Sınırı açmamıza zorlarsanız, sadece Suriye’ye olan sınırı değil, Yunanistan ve Bulgaristan’a olan sınırı da göçmenlere açarız, bakalım ne yapacaksınız?”
Kıvrım kıvrım kıvranıyorlar. Ama onlardan daha fazla Türkiye’deki yerleşikleri bağırıyor. “Ağanın malı gider kahyanın canı” misali “kirli pazarlık” deme cüreti gösteriyorlar.
Tüm bunlar iki yüzlülük değil de nedir peki?
Milli Medya’ya saldırı
Söz iki yüzlülükten açılmışken, Yeni Şafak ve Yeni Akit Gazetelerine yapılan saldırıyı da aynı başlıkta değerlendirmek gerekiyor. Şiddet her nereden gelirse gelsin, her kime yapılıyorsa yapılsın kabul edilebilir değil. Bu cümleyi Hürriyet’in camı kırılınca da söyledik, Birgün’e yapılsa da söyleriz. Ama bu durum çifte standardı, iki yüzlülüğü görmemize engel değil.
Hürriyet’in kırılan camı için eliyle işaretleyip ah vah eden başta CHP Genel Başkanı olmak üzere konsoloslar, büyükelçiler, AB yetkilileri, Ulusal ve Uluslar arası dernekler platformlar aynı hassasiyeti Yeni Şafak ve Yeni Akit için göstermiyorlar. Mesela ABD Büyükelçisi John Bass. Sizin sosyal medya üzerinden “Çok üzüldüm. Şiddetle kınıyorum” demeniz yetmez. Hürriyet’in kırılan camından daha büyük camlar kırıldı, molotof ve kurşun yağdırıldı bu iki basın kuruluşuna. Diplomat olduğunuz için mütekabiliyet nedir en iyi sizin bilmeniz lazım. Yoksa yanılıyor muyum?