Beşiktaş, bir bilinmeze kürek çekmeye başladı aslında. Bu takımı elese, Avrupa Ligi’nde oynayabilecek miydi, CAS ceza itirazına ne diyecekti bilmiyordu! Ancak, eğer sahada ise önünde kazanılması gereken bir mücadele vardı, yalnız ona bakmalıydı.
Tromsö, Avrupa’da adı okunmayan Norveç liginde bile dişini gösteremeyen, 20.haftasındaki ligde 5 kez kazanabilmiş bir takımdı. Beşiktaş ise yeni lige güven kazandıran bir galibiyetle başlamıştı.
Bu maça da önceki maçın kadrosu ve oyun ilkeleri ile giriştiler. O oyunu da tutturdular. Birinci bölgede iyi alan daraltarak, bir ve ikinci bölgelerde top çevirerek oyunu yönlendirmeyi -çoğunlukla- başardılar. Almeida’nın nihayet gol getiren bir vuruşu ile erken öne geçmesi önemli bir moral katkıydı. İddiasız da görülse rakibini ciddiye alması; topa sahip olmayı önemsemesi Beşiktaş’ın hemen gösterdiği olumluluklardı. Ancak ilk yarının sonlarına doğru, topu rakibe daha çok bıraktıkları, hücum temposunu yitirdikleri oldu. Özellikle Ersan’ın önünü iyi kontrol edemediler ve buradan çok atak yediler. Oyunu çabuklaştırıp öne oynama zorlaması yapmadılar. Yetenekleri sınırlı, ama fizik olarak güçlü ve yılmayan bir rakibe karşı, farkı bulmadan yavaşlamak hataydı. Ama gördük ki Beşiktaş zaten yavaştı. İkinci vitesi yoktu!
Hakemin, ceza alanı dışındaki omuz omuza bir mücadele sonunda ceza alanı içinde oluşan düşmeyi yardımcısının görüşüyle penaltıya çevirmesi beraberliği getiriverdi! Beşiktaş buna karşın hızlanıp, oyunu öne doğru zorlamayı, çabuklaşmayı aramadı. Aradığında başaramadı. Birinci bölgede topla çabuk oynamayı genellikle yapmadığı için, Escude bu alışkanlıkla bir top kaptırdı ve ikinci golü yediler. Maçın gerçeği şuydu: Beşiktaş, hızlanmayı beceremezse, topu birinci bölgesinde çok tutarsa, öne çabuk oynamayı tercih etmezse; hızlı ve fizik gücü yerinde rakiplere karşı başı derde girecek.