Zerdeşt’in beyninde neler oldu, her şeyi neden unuttu, her şeyi yeniden ne zaman hatırlayacak diye merak edip duruyorum. Gittiğim kitapçılardan bu konuda ne bulursam alıyor ve okumaya çalışıyorum. O uykuya dalınca, uyuyan beyninin derinliklerinde ne oluyor, sanki bir anda keşfedecekmişim gibi, sanki bu keşfe büyük faydası olacakmış gibi, aldığım kitapları okumaya başlıyorum.
İnsan beyninin akıl almaz serüveni üstüne yazılmış kitaplar uzun zamandır yegane ilgi alanım oldu.
Ama okumalarım bununla sınırlı değil. Nobel’le ödüllendirilen Mo Yan’ın Kızıl Darı Tarlalarını okuyunca, Yan’ın romanını, bizde yazılan savaş romanlarıyla kıyaslayabilmeye dair içimde bir merak uyandı.
Mehmet Eroğlu’nun, Fay Kırığı Hattı üçlemesinin son romanı Rojin ve Tuncay Özkan’ın Ötekiler adını taşıyan romanlarını peş peşe okumaktan büyük bir heyecan duydum.
Eroğlu’nun daha önce yazdığı romanları okumuş biri olarak, Rojin’i elime aldığımda yeni bir yazarı keşfetme duygusu yoktu içimde. Ama Rojin’i okuyup bitirdiğimde, diğer romanlarından çok özgün bir Eroğlu romanıyla karşı karşıya kaldığımı fark ettim.
‘En alttakiler’in savaşı
Rojin, bizde pek az örneği olan çok önemli bir ‘savaş romanı’ diyebilirim.
Rojin, Ötekiler gibi, Gerçek bir hikayeye dayanmıyor elbette, ama o döneme ilişkin bir hafızaya az çok sahip olan okuyucunun, romanda anlatılan kişilerle, o savaş yıllarında yaşamış ve hayatını kaybetmiş, veya belki de bugün bilmediğimiz bir yerde yaşamayı sürdüren gerçek kişileri hatırlaması, roman kişileriyle kendi tanıdığı bu gerçek kişiler arasında bir özdeşlik kurması çok zor olmuyor.
Eroğlu’nun romanında anlattığı kişiler o kadar sahici ve o kadar ‘bizden birileri’ yani.
İnsanları savaşa süren savaş baronlarını değil, savaşın, ‘en alttakilerini’ anlatıyor Eroğlu. Yani cephedekileri. Ordunun ve PKK’nin saflarında savaşan, ‘en alttakiler.’
Önemli bir gerçekliği var romanın: Özü köylü hareketi olan bir savaşta, metropollerden gelen ‘hevallerin’ barınma şansı yoktur. Birçoğu iç infazlarda hayatını kaybeder. Kurtulanlar cephe gerisine sürülür. Rojin’i benim için ilginç kılan şey de her iki tarafta savaşan iki roman kahramanının da Türk olması. Eroğlu’nun romanı, Mehmet ve Zeynep (Rojin )’in hayatı üstünden, bir savaşa tutulmuş projektör gibi.
Bir yandan savaş sürüp gider, bir yandan Zeynep ve Mehmet’in geçmişini okuruz.
Kadının mücadeledeki rolü
Büyük bir mücadele arzusuyla PKK’ye katılan Zeynep, kadınları özgürleştirdiği söylenen dağdaki mücadele için şöyle düşünür:
‘Feodal, köylü namus anlayışı. Bana sorarsan alandaki mevcut bayan tipi, savaşta erkeğin yanında onun gibi yük alırken son derece saygıdeğer, ama yaşamda son derece geleneksel..’
Zeynep edebi ve felsefi tartışmalar yapar partinin dağdaki komiserleriyle..
Romanın bence en ilginç sayfaları bu sayfalar.
Köylülük itiraz edilen bir şey değil doğal olarak. Kürt köylüleri çünkü, Türk solu’nun başaramadığı bir şeyi başarmışlardır. Zeynep’e itiraz eden Sinan şöyle der:
‘Köylülük dediğin gibidir, ama savaşın ağır yükünü taşıyanlar da onlardır. Türk solu’nu hatırla, 70’lerden bu yana, metropollü militanlar dağlarda birkaç haftadan fazla dayanamadı. Oysa bizim köylüler yedi yıldır buradalar. Onlar (Türk solcuları) köylülerden ekmek satın almaya kalkıştılar, biz o köylülerle ekmek yapıp direniyoruz.’
Bu köylüler acaba neden silahlandılar? Romanda tatminkar bir cevabı olmasa da bu sorunun, Eroğlu’nun romanı, edebiyatımızda kayda değer bir savaş romanı’ ya da edebiyat ve hakikat adına önemli bir kazanım, önemli bir roman..
Devrimcilerin bisküvisi!
Gelelim diğer savaş romanına.
Tuncay Özkan’ın yeni çıkan ‘Ötekiler’ isimli romanını bir gecede ve bir solukta okuduğumu itiraf edeyim. Türkiye’nin son çeyrek yüzyılında yaşananlar hakkında yazılmış herhangi bir habere, bir yazılı metne, edebi olsun ya da olmasın duyduğum merakın hiç azalmadığını bu vesileyle söylemek isterim.
Özkan gerçek bir hayat hikayesini kurgulamış ve son derece duru ve haz veren bir dille anlatmış hikayesini.
Sayfaları ve bölümleri hep merak içinde kalarak çeviriyorsunuz, yeni olabilecek ve belki de ilk kez okuduğunuz herhangi bir cümleye bir olaya rastlamak umuduyla..
Hüseyin Dersimli bir genç. Yoksulluğun devrimle sona ereceğine inanıyor ve dağa çıkıyor. Önce sol bir grupla beraber kalıyor. Sonra gelişmeler onu PKK’nin saflarına itiyor.
Her şey bir zorunluluk gibi gelişiyor sanki. Ama Özkan romanını anlatıp bitirdiğinde insanlara büyük acılar ve adaletsizlikler yaşatan bu zorunluluklara da isyan etmeye çağırıyor okurunu.. Yoksa kadere boyun eğmekten başka çare yokmuş gibi sunulan bir hikaye ve bir roman değerinden çok şey kaybederdi. Yaşadığımız hiçbir şey zorunluluk değil aslında. Bu savaş olmayabilirdi. Eğer devletin teammüdü olmasa!
Tuncay Özkan bu teamüdün aslında romanına yansıtmadığı daha fazlasını da biliyordur ve hayatını anlattığı kahramanından da daha fazlasını dinlemiştir diye düşünüyorum.
Dersimli çocuklara 12 Eylül’den sonra dağıtılan devlet bisküvilerini, dağa çıkan devrimciler bu sefer dağıtma vaadinde bulununca her şey değişir!
Bir yanda devletin bisküvisi, bir yanda devrimcilerin bisküvisi!
Hikaye şu ki her iki bisküviyi yiyen de, tadan da az çok pişman olmuştur.
Madımak katliamını gerçekleştirenlerle, o katliamdan sonra Erzincan’da 29 köylüyü katledenlerin amacı aynıdır aslında.
Zalim ve mazlum arasındaki mesafenin her defasında, her eylemde silindiğinin görüldüğü bir savaş gerçekliği..
‘Böylece pişmanım diye devlete gelen, doğduğuna pişman hale gelene kadar sömürülür. Kana, pisliğe, kötü muameleye isyan edip kaçan gerilla, terörden kaçan insan devlet elinde gene cinayete, kan dökmeye, kötü muameleye devam eder. Bir zalimden diğerine transfer olmanın adı pişmanlıktır. Devlet elinde olup bu kirli işlere bulaşanlar, sonunda kendi çıkarları için zulüm yapmaya başladılar. Sonuç felaket oldu. Devletin elinde böyle pek çok katil oluştu. Oysa bu insanlar iş aş yeni bir yaşam diye gelmişti.’ (Ötekiler)
Rojava’ya selam çakanlar
‘Ötekiler’ romanı, benim ‘Ergenekon’dan tutuklu bir yazardan okuduğum ilk kitap oldu.
Romanın kahramanı aynı zamanda bir Ergenekon mahkumu. Bu romanı bence daha da ilginç kılıyor.
Hiç aklımdan çıkmayacak ve zaman zaman hatırlatmaktan vazgeçmeyeceğim:
Gezi’yi iç savaş heyecanıyla karşılayan kimi yazarlarımız ve sanatçılarımız, her nedense otuz yıl boyunca yaşanan iç savaşı görmezlikten geldiler ve sayısız cinayet romanlarına imza atıp durdular.
Bundan önceki iktidarlarla çatışmayı göze alamadılar.
Laik-Kemalist kesimin sanat ve edebiyat dünyasındaki egemenliğiyle çatışmayı göze alarak yazılmış pek az şey vardır edebiyatımızda.
Dün karşılarına geçip ‘galiba Kürtler de biraz haklı diyemediğiniz’ birçok sanatçı-yazar, yetmişine merdiven dayamışken, bir gün Gezi’ye çıktılar ve o andan itibaren Gezi’de var olmayanı var kılmak için ellerinden geleni yaptılar.
Gezi ve Rojava, Gezi ve Amed arasında ‘tarihsel’ diye tanımladıkları köprüleri inşa etmek için, uğraşıp duruyorlar.
Hem Mustafa Kemal’in askerlerine, hem Öcalan’a selam çakıyorlar!
Kürtler’in yaşadığı acıları, bu savaşın hakikatlerini, Gezi’ye çıkmayıncaya kadar bilmiyorlarmış arkadaşlar!
Nerden bilebilirler ki?
Mehmet Uzun’un romanlarına, ‘Kürtçe roman mı olurmuş!’ diye burun kıvırdılar ve basmadılar, benim otuz Kürt anasıyla yaptığım ve Türkçe yazılmış röportajları ‘Her Şey Bitti Ana’ya Söyleyin’, Diyarbakır cezaevini ve faili meçhul cinayetleri anlattığım Dıjwar isimli anı romanımı, basarsak iflas ederiz diye basmadılar, şimdi Rojava’ya selam çakıp duruyorlar..
Gezi’yi İspanya iç savaşına benzetiyor, çok satacak ve onlara para kazandıracak cinayet romanları yazıyorlar.
İşte böyle bir atmosferde, Rojin ve Ötekiler, inanın çok kıymetli.
Her iki romanda, bizi bu savaşın zalimliğine inandırdığı ve sahte olana yüzünü dönüp hakikati hatırlattığı için.
Geçmiş olsun Tuncay Özkan!..