1924’ten beri anayasal düzenin değişmeyen bir tercihi var ve değişmeyen bir oyun, değişmeyen aktörle oynanıyor ve değişmeyen sonuçlar ortaya çıkarıyor. Devletin demokratikleşmesi ülkenin Kürt, Alevi ve sair unsurlarıyla barışının tesis edileceğini, toplumun yerelden başlayarak katılımcı ve sahiplenici bir siyasal diyalog ilişkisine gireceği anlamına geliyor. Bu da dağdaki çobanla eşitlenmek demek. Nişantaşı, Şişli, Beşiktaş, Kadıköy, Çankaya buna razı olur mu?
Tek parti diktatörlüğünün dayandığı siyasal-ekonomik elitin toplumu kendi ideolojik tasavvurlarına göre dizayn etmek için tasarladığı bir devlet anlayışıyla neredeyse 90 yıldır yaşıyoruz. Ona elbirliğiyle dokundurtmuyoruz!
1945’te diktatörlüklerin önemli bir kısmı yenilmiş olsa da Kapitalist Batı Cenahındaki diktatörlüklerin tamamı çökertilmedi. Türkiye’ye de dokunulmadı. Öyle istendi.
Türkiye’nin diğerlerine göre yapmak zorunda olduğu ek bir şey vardı, çok partili hayata geçmek!
Evet sadece bu kadar. Yani Türkiye’de demokrasiye geçiş denilen olay, aslında birden fazla partinin serbest seçime girmesi ve devlet iktidarını kullanma yetkisini elde etmesi...
Devlet teşkilatı 1924 mantığına göre, katı merkeziyetçi bir şekilde işlemeye devam edecek, onun ideolojisinin bekçisi olacak ve onun kurduğu iskelete göre refleksler gösterecek, bu şartlarla onun tepesine demokratik seçimle gelen bir siyasi partiyi oturtacağız.
Ve buna da demokrasi diyeceğiz.
Liberal ve muhafazakar merkezdeki körlüğün başladığı yer burası. Devrim, panayır vs. romantizmiyle faşizmin maskesine dönüştüğünü fark edemeyen veya sözüm ona ilkesel duruş nedeniyle umursamayan “sol” ise konuşmaya değer bile değil.
Yasaları ayıklama raporu
Hatırlanırsa Demokrat Parti iktidara gelişinden bir yıl sonra 16.5.1951’de “Yürürlükteki kanunlarımızda tesadüf olunan Antidemokratik hükümlerin ayıklanması” ile ilgili karma bir komisyon oluşturulmuştu. Oluşturulan Karma Komisyon 4.6.1951 tarihinde göreve başlamış ve yaptığı taramanın ardından raporunu 2.2.1952 tarihinde tamamlamıştı. Komisyon raporda değiştirilmesi zorunlu ve değiştirilmesinde yarar görülen kanunlarla ilgili bir listeleme yaparken şu saptamayı yapmaktan da çekinmez:
“Bu raporda Anayasaya hiç temas edilmemiş olması elbette nazarı dikkati çekmesi lazım gelen bir keyfiyet olduğundan bunun sebeplerini açıklamak mecburiyeti vardır... Evvela Anayasa bir ölçü ve kıstas olarak ele alınabilirdi. Komisyonumuz bu yola gitmemiştir. Çünkü Anayasamız... modern bir demokrasinin mütevakkıf bulunduğu bütün şartların tamamını ihtiva etmemektedir...”
Ancak kıstas olarak alındı. Alınınca kanunların ayıklanması çok mümkün olmadı. Hükümet anayasanın virgülüne bile dokunmadan ülkeyi yönetmeye devam etti. Yalnız bu sistemin esas sahipleri, yarattıkları sistemin reflekslerini çok iyi biliyorlardı. Bu refleksler siyasal hatalara yol açıyor, hatalar ise tek parti diktatörlüğünün yeniden ülkeye hakim olması için gerekli meşruiyet maskesini üretiyordu. Medya, üniversiteler, yargı ve ittihatçılığın ürettiği sermayenin katkısıyla hızla üretilen meşruiyet algısı (yaşam tarzı paralelliğinden mütevellit) batılılar tarafından satın alınınca Türkiye 27 Mayıs 1960’ta tarihinin en karanlık sayfalarından birine uyanmış oldu.
Katı merkeziyetçi sistem
61 Anayasası merkezi yeniden dizayn etti, ama katı merkeziyetçi yapı aynen devam etti.
Yine bir darbenin ürünü olan 82 Anayasasının tercihi de değişmedi. Yani 1924’ten beri anayasal düzenin değişmeyen bir tercihi var ve bu tercih nedeniyle de değişmeyen bir oyun, değişmeyen aktörle oynanıyor ve değişmeyen sonuçlar ortaya çıkarıyor.
Bu karanlık yapıya karşı verilen mücadele her defasında en iyi ihtimalle sandıktan çıkıp devlet iktidarını kullanma imkanıyla sonuçlanıyor, ama bir türlü ileri gidemiyor.
Devletin temel yapısı değiştirilemiyor. Merkez yerel ilişkisi demokratikleştirilmiyor. Devletin merkez teşkilatının 90 yıllık siyasal kararları hayata geçirme biçimi değişmiyor. Devlet ile toplum arasındaki hegemonik söylemin ötesinde değişmiyor. Devlet iktidarını kullanmaya başlayan siyasi hareketlerin toplumu okuma biçimi hızla devletleşiyor. Zira iktidara geldikten sonra toplumu ancak devlet ile okuyabiliyor. Devlet katı merkeziyetçi olduğundan, merkezin topluma dokunan noktaları, merkezden atanan bürokratlar oluyor. Merkez ile birey arasında ara demokratik katılım imkanları neredeyse yok gibi.
Bu yapı Ankara’yı kontrol edenlerin, asker, vesayet kurumları veya sandıktan çıkan hükümetler fark etmiyor, sokaklara kadar her alanın mutlak hakimi oluyor. Yasama-yürütme-yarı şeklindeki yatay iktidar paylaşımı yeterli olmuyor. Dikey olarak merkezi otorite karşısında, kişiler, bulundukları mahalleler veya parklar hakkında, yani aslında bireysel, ailesel ve toplumsal hafızalarının korunması konusunda hiçbir söz hakkına sahip olamıyor. Esas sorun kişisel yaşam tarzının değil, yerel yaşam alanlarının dahi katı merkeziyetçi sistem nedeniyle bütünüyle Ankara’nın tasarrufuna açık olmasıdır. Katı merkeziyetçi sistem nedeniyle tarihsel-kültürel-ideolojik-ahlaki vs. miras bireysel-lokal-yerel hafızalardan bağımsız, merkezde “uzmanlar” tarafından tasarlanıyor ve hayata geçiriliyor. Son on yılda durum iyileşse de temelde değişmiyor.
Anahtar özgürlük değil
Cumhuriyet tarihinin üretilen tüm sorunların temelinde Ankara’daki iktidar yoğunlaşması olduğunu, merkez karşısında bireylerin bir türlü görünürlük elde edemediğini ve bunun 1924’ten beri hep böyle olduğunu görmezsek, gerisini tartışmamıza gerek yok.
Peki bu gerçek karşısında CHP nerede duruyor? Gezi protestolarına en rafine ve yaratıcı desteği veren yerli ve yabancı odaklar, sermaye grupları, aydınlar, medya ve sanat dünyası, sendikalar vs. nerede yer alıyor?
Bu Anayasal düzene dokundurtmam diyenler onlar değil miydi?
Peki bu bir çelişki mi?
Olsaydı çelişkinin farkına varılmasıyla sorun çözülebilirdi. Ama çelişki değil, zira devletin temel düzenini yaratan aktörler bu gerçeğin farkında. Devletin demokratikleşmesi durumunda bu ülkenin Kürt, Alevi ve sair unsurlarıyla barışının tesis edileceğini, toplumun yerelden başlayarak katılımcı ve sahiplenici bir siyasal diyalog ilişkisine gireceğini, gerginliklerin hızla azalıp Türkiye’nin üretim gücüne dönüşeceğini biliyorlar. Bu da sonsuza kadar iktidar kaybı demek. Dağdaki çobanla eşitlenmek demek.
Nişantaşı, Şişli, Beşiktaş, Kadıköy, Çankaya buna razı olur mu?
Olmazsa bu oyun değişiyor, onlar da kaybedecek, herkes kaybedecek.
O halde?
Anahtar kelimemiz, özgürlük değil, demokrasidir. Tek gerçekçi perspektif demokratikleşmedir.
Faşist de özgürlüğünü talep eder, ama demokrasiyi asla!