İdlib’te yaşanan gelişmeler sadece bir şehrin kaderini değil, bütün Suriye’nin ve bölgenin kaderini etkileyebilecek önemde.
Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın Rusya-Türkiye-İran zirvesi için gerçekleştireceği Tahran ziyareti bu bağlamda çok kritik ve tarihi bir anlam taşıyor.
Bilindiği gibi Suriye’de Esed rejiminin yürüttüğü katliamlar önce iç savaşa sebep oldu, ardından farklı milletten insanların katıldığı çokuluslu bir savaşa, ardından farklı ülkelerin müdahil olduğu vekâlet savaşına dönüştü. En son aşama ise ülkelerin ve sınır aşan örgütlerin işin içine girdiği çok denklemli bir çatışma/savaş ortamı oluştu.
İdlib’e yönelik bir yandan Rusya destekli rejim güçlerinin askeri harekâta geçmesi, diğer yandan ABD ve İngiltere gibi müttefiklerin harekât sinyalleri vermesi bölgede hararetin çok yükselmesine ve yeni kaotik ortamların oluşmasına sebep olabilir.
Artan ve çeşitlenen çatışma ortamı, büyük bir insani trajediye sebep olacağı gibi, siyasi çözüme de büyük sekte vurur. Türkiye açısından sivillerin hayatını kaybettiği bir trajedi ne kadar kabul edilemez ise yaşanabilecek bir göç dalgası ve siyasi çözüm umutlarının tükenmesi de o kadar kabul edilemezdir.
Askeri seçeneğin öne çıkması, bölgedeki müttefiklik ilişkilerini, ülkeler arasındaki pozisyonları da derinden etkileyebilir.
Esed yönetiminin sivil kayıplara sebep olabilecek askeri hareketliliğinin rejimi tahkim etmesi, alan kazandırması ve yeni katliamlara karşı cesaretlendirmesi gibi olumsuz sonuçları olacağı muhakkak.
ABD eksenli müttefiklerin ilk açıklamaları insani trajediye dikkat çekip rejimi uyarmak yönünde, ama bu uyarının arka planında askeri seçenekler de çok konuşulmaya başladı. Özellikle kimyasal silah kullanımı ihtimali üzerinden kuvvetli ikaz mesajları veriliyor. Fransa bunu kırmızı çizgi olarak görüp harekete geçebileceğini söylüyor. (Kimyasal silah kullanımını kırmızı çizgi olarak görüp diğer katliamlara sessiz kalınması da ayrı bir paradoks.)
Her halükarda nereye varacağı belli olmayacak şekilde çatışmaların fitilinin yeniden ateşlenmesi Türkiye’yi ciddi şekilde rahatsız edecektir.
Türkiye İdlib’teki gözlem noktalarıyla güvenliği ve huzuru sağlamaya çalışıyor. Rusya ve Esed rejimi ise Türkiye’nin kontrol ettiği bu alanın dışındaki radikal örgütleri hedef göstererek İdlib’e yönelmiş durumda.
Acaba, Esed rejiminin hedefi radikal silahlı örgütleri temizlemek mi, yoksa asıl amacı İdlib’teki tüm muhaliflere karşı alanını genişletmek mi?
Esed rejimi Heyet-i Tahrir el-Şam (HTŞ) gibi örgütleri sorun olarak göstererek bunları temizlemek istediğini söylüyor, ama Türkiye için rejim unsurlarının bu bölgede etkinlik kazanması da başlıbaşına bir sorun.
Muhalifler son dönemde Halep’i, Doğu Guta ve Kuzey Humus gibi bölgeleri kaybettiğinden İdlib’teki varlıkları hayati derecede önemli. Esed rejimi radikal unsurları öne sürüp muhaliflerin etkili olduğu son kaleyi de düşürmek istiyor.
ABD DEAŞ’ı bahane göstererek nasıl ilişkili yapıları bölgeye yerleştirdiyse, Rusya da HTŞ’yi öne sürüp rejim güçleri için alanı temizlemeye çalışıyor.
Esed rejiminin nihai amacı İdlib de dahil bütün bu bölgede alan hâkimiyeti kurup muhalifleri düzen bozucu silahlı unsur olarak göstermek…
Kimi Avrupa ülkeleri kimyasal silah kullanımını bir sorun olarak görüyor, kimi ülkeler ise göç dalgasının sınırlarını vurmasını bir sorun olarak algılıyor. Türkiye için ise bölgede yaşanan sosyal, siyasal veya askeri her hadise doğrudan ulusal güvenlik meselesine dönüşebiliyor.
Sadece göç dalgası üzerinden değil, Türkiye’nin ulusal güvenliği üzerinden de yaşanabilecek her sorun aynı zamanda Avrupa’nın sorunu olacaktır.
Diğer taraftan Batı’nın Rusya ve İran konusundaki çifte standartlı yaklaşımlarına her zaman tepki gösteren Türkiye’nin bu iyi niyetli tavrı ve komşuluk hukukunu koruma gayreti de muhataplarınca doğru anlaşılmalı, olumlu karşılık görmelidir.