İslam dini, İslam dininin ürettiği değerler, bu değerlerin yaşatıldığı gelenekler, genelde İslam coğrafyasında, özelde ülkemizde, herhalde tarihin başka hiçbir döneminde bugünkü gibi hem dışarıdan hem içeriden bu denli yoğun bir saldırı, bu kadar ağır bir baskı ile karşı karşıya kalmamıştı. Nefes aldırmaz bir atmosfer oluşmuş durumda. Artık bazı kimseler açık açık başlarına gelen her felaketin İslam'dan kaynaklandığını söylemekten çekinmiyorlar. Gün geçmiyor ki Müslümanların maddi ve manevi savunma mekanizmasında yeni bir gedik açmaya yönelik bir töhmet, bir saldırı gerçekleşmesin. Geçmişte de İslam'a saldırılmadığı gün, dönem yoktu kuşkusuz. Ancak o gün sağlam bir savunma mekanizması, güçlü bir bağışıklık sistemi vardı ve bu tür saldırılar püskürtülebiliyordu. İslam'ı tarihten silmek üzere saldırıya geçen Moğollar, bu savunma sistemi sayesinde Müslümanlar arasında eriyip gitmişlerdi.
Kuşkusuz İslam'ın savunma mekanizması, bağışıklık sistemi derken ordulardan bahsetmiyorum. Bunlardan çok daha önemli olan ulemadan, entelektüellerden bahsediyorum. Çünkü ordularla yapılan savaşlardan bazen yenersin, bazen yenilirsin. Bunun İslam tarihinde örnekleri çoktur. Mesela Peygamberimizin yirmi üç yılık kısa risalet tarihinde hem yendiği, hem yenildiği, hem de düşmanla yenişemediği savaşların örnekleri mevcuttur. Bu bağlamda başka medeniyetler, dinler hangi evrensel yasalara tabi ise Müslümanlar da ona tabidir. "Yenmek de var yenilmek de" deyimi, bu hakikatin en güzel ifadesidir. Alimlerin, entelektüellerin yürüttükleri savaşta ise, Müslümanlar sürekli bir zaferi temsil ediyorlardı. Nitekim Endülüslü büyük alim İbn Hazm "kılıçla yaptığımız savaşlarda yendiğimiz de olmuş, yenildiğimiz de. Ama delille yaptığımız (alimlerin, entelektüellerin yürüttüğü) savaşta yenildiğimiz görülmemiştir" der. Günümüze kadar hep böyle olageldi. Savaşlarda yenildik ama fikir meydanlarında asla yenilmedik.
Günümüzde ise, İslam'ı, İslamî değerleri ve Müslümanları ağır bir baskı altında tutan saldırıların geçmiş örneklerinden farklılaştığı husus, ulemanın, entelektüellerin verdikleri deliller savaşında da ağır bir yenilgi yaşanıyor gibi bir atmosferin oluşturulmuş olmasıdır. Bu boğucu, bu umut kırıcı, bu hastalıklı havanın sebebi budur. Ama bazılarının büyük bir zevkle söyledikleri gibi, İslam'ın, çağdaş sorunlara cevap üretememesi veya Ergün Yıldırım'ın pek isabetli ifadesiyle "firari zihinlerin" itirafçı olup başka medeniyetlerin kamplarına sığındıktan sonra yaydıkları gibi geleneğimizin tükenmişliği, yetersizliği veya çağdaşlaşmaya uygun olmayışı değildir bunun sebebi. Peygamberimizin döneminden bugüne kadar düşman kamplarına sığınan "firari zihinler" hiç eksik olmadı zaten. Bunların firar etmesi için vücutta hafif bir sarsıntının yeterli olduğunu biliyoruz. Farelerin bile en azından geminin batmakta olması gibi haklı gerekçeleri var. Bu atmosferin oluşmasının en büyük nedeni, İslam'ın bağışıklık sisteminin içinde kalıp sistemin çeperlerine içeriden saldırılar düzenleyen, bağışıklık sisteminin cidarlarında onulmaz gediklerin açılmasına çalışan alim ve entelektüel görünümlü kimselerdir. Asıl tehdit, hatta somut ve yakın tehlike budur.
Tıp diliyle söyleyecek olursak: "Beden direncini yitirince bağışıklık sistemi çöker, bu esnada sisteme ait hücreler, savunma yapacakları yerde vücudun diğer sağlam hücrelerine saldırarak çeşitli hastalıklara neden olur."
Bugünkü durum tam da budur. İçeriden yapılan saldırılarla meşgul edilen gerçek alimlerin ve entelektüellerin hasta vücutla uğraşmaktan dış saldırılara karşı koyacak zamanı bulamaması yani.
Bu yüzden eskiden de İslam'a karşı yapılan askeri, siyasal, ekonomik, kültürel saldırılar ne kadar büyük ve amansız olursa olsun püskürtülebiliyordu. Çünkü İslam toplumunu, İslamî değerleri bunlara karşı savunacak güçlü bir "bağışıklık sistemi" olurdu ve bu saldırılar, bu güçlü bağışıklık sistemi sayesinde, İslam toplumunun değerler çeperinde onulmaz yaralar açmalarına fırsat verilmeden püskürtülürdü.
Bugün ise yukarıda işaret ettiğimiz içeriden çabalar yüzünden bağışıklık sistemi çalışmıyor ve dış düşmanlar da her zamankinden daha büyük bir iştahla bizi, dinimizi, değerlerimizi, geleneklerimizi gömmeyi gayet ciddi bir şekilde düşünüyorlar.
Bilindiği gibi küfür, hakikati, bir daha gün yüzü görmemek üzere gömmek demektir. Ve yine bilindiği gibi yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de (Saf, 9) peygamberini, hakikati gömmeye çalışan (içerideki ve dışarıdaki kefere) dinlere rağmen, dinini gün yüzüne çıkarmak üzere gönderdiğini vurgulamaktadır.
Bakmayın firarilere. Gemi su almıyor, su alıyor algısı oluşturuluyor.