Önce bundan beş yıl öncesine, 2008 senesine gidelim. O zamanın en büyük siyasi meselesi, AK Parti’ye açılan rezil “kapatma davası”ydı. Bu dava hakkında kanaat bildiren ilginç isimlerden biri ise Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso idi.
Barosso açıkça “dava yanlış” demediyse de anlayanın anlayacağı mesajlar vermişti. Nisan ayındaki Ankara ziyaretinde Venedik kriterlerini hatırlatmış, “laiklik zorladayatılamaz” uyarısını yapmıştı.
Buna karşı muhalefetin, bilhassa ulusalcı CHP’nin tepkisi, “iç işlerimize karışamazsınız” diye kızmak oldu. CHP ve MHP, Barroso’nun mecliste konuşması aleyhinde oy kullandılar. Kemalist basın, “AB’nin yargımıza akıl vermeye ne hakkı var” mealinde yorumlarla dolup taştı. Tonmeister Ertugrul Özkök de, “dışardan gelen baskıların haysiyet çizgisinin altına inmeye başladığı” uyarısında bulundu.
Allah’tan Barroso bu yaygarayı tınmadı, AK Parti’yi kapatacak bir Türkiye’nin Avrupa’dan dışlanacağını açıkça gösterdi. Davanın “kapatmama” ile sonuçlanmasında ise muhtemelen bunun da bir payı oldu.
İnsan hakları
Şimdi gelelim bugünün “iç işlerimize karışma” tartışmasına. Yani ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin “uzun tutukluluk süreleri” hakkında yaptığı yoruma gelen tepkilere.
Tabii Barroso ile Ricciardone arasında önemli bir fark var: Türkiye AB süreci ile Brüksel’e hukuken bağlı durumda. ABD ise sadece bir müttefik. Dolayısıyla ABD’nin AB gibi bir otoritesi olamaz Türkiye üzerinde.
Ama artık öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, konu insan hakları olduğunda herkes herkese karışıyor. Örneğin biz de Arap Baharı sürecinde Mısır’a, Libya’ya ve Suriye’ye karıştık, her üç ülkede de demokrasiden yana tutum aldık. Bence çok da iyi yaptık.
ABD ise, beğenin beğenmeyin, insan hakları konusunda onyıllardır fikir beyan eden, hatta bu alanda her ülkeye dair yıllık raporlar yayınlayan bir ülke. Bana sorarsanız bu raporların içeriğinde iyi şeyler de var. Mesela Türkiye’deki başörtü yasağı bir “din özgürlüğü ihlali” olarak defalarca belirtildi Amerikan raporlarında. Bizim muhafazakâr basında da olumlu yankı buldu bunlar.
Ha, ABD’ye “sen dön de kendine bak, Guantanamo’nun, CIA işkencelerinin hesabını ver” diyebiliriz tabii ki. Diyelim de. Nitekim Rus Dışişleri Bakanlığı geçen sene tam da bunu yaptı. “ABD’nin İnsan Hakları İhlalleri”ne dair bir rapor hazırladı. ABD hariciyesi ise “buyrun, yazın, kendimize güveniyoruz” mealinde bir cevap verdi.
Yani, dünya artık böyle bir yer haline gelmiş durumda: İnsan hakları “ulusalegemenlik”ten daha yüksek bir değer sayıldığı için bu konudaki eleştiriler sınır tanımıyor.
Neye karışmasınlar?
Peki bu yeni realiteyi göz önünde bulunduran bir “iç işlerimizekarıştırmama” siyaseti olabilir mi yine de?
Bence elbette olabilir ve olmalıdır da.
Mesela bir ABD Büyükelçisi, veya bir başka yabancı devlet adamı, çıkar da, “siz üçüncü köprü ihalesini o şirkete değil de bu şirkete verin” derse...
Veya “nükleer enerji sizin neyinize gerek, odun-kömürle idare ediverin” diye bize akıl verirse...
Hatta “siz Türkler parlamenter sistemi bırakın da başkanlığa geçin” derse, veya aksini önerirse...
“Sana ne kardeşim, işine bak” demekte yerden göğe kadar haklı oluruz. Çünkü tüm bunlar, her ülkenin kendi sistemi içinde halledeceği, hele de demokratik süreçlere dayandığında hiç kimsenin laf edemeyeceği siyasi tercihlerdir.
Ama konu ifade özgürlüğü, din özgürlüğü, adil yargılanma hakkı gibi evrensel değerler olunca, bizim “iç işimiz” başkalarının da işi olur. Ve bu, uzun vadede, hepimiz için iyidir.