Arkadaşım Tuğba Aksay’ın, babası Hasan Aksay ve annesi rahmetli Necla Aksay’la aktardığı çocukluk hatırasına göre; 1974’te, Kabe’deki Osmanlı Revakları’nın hemen ardında başlarmış çakıl taşlı kumsal... Mekke’deki Sahra’da, kumsal denizinin ortasında parlayan bir cevher adası gibiymiş Beytullah... O zamanlar böyle mermerlerle kaplı değilmiş iç Harem de, dış Harem de, ve oteller bu kadar devasa, bu kadar yakınında değilmiş Beytullah’ın... Evlerde, kiralanan odalarda, yer yataklarında veya ribatlarda kalınırmış... Revakların ardına kadar yanaşan araçların arasına gerilen çadır bezinin altına sığınırmış hacılar.
Makam-ı İbrahim yakınlarında namaz kılarken hala fark edilebilir sanırım, alnınızı dayadığınızda secdeye, bir denizin üzerinde namaz kılıyormuşsunuz hissi doğar. Hacıların yalınayak tavaf seslerinden de olabilir. Ama ben daha çok Beytullah’ın kıyısından ve yerin altından akan Zem/Zem denizinin sesi olduğunu düşünmüşümdür bu kıpırtının... Orada bir deniz var; “Çöl/Deniz”...
***
“İki cihan saadeti devremülk ve huriler”den başlatmış son şiirini Şair Melek Arslanbenzer.
“Hajar Towers”, şiirde anlatıldığına göre, bir devremülkün ismiymiş. Umre, Kutsal topraklara Hac zamanı dışında yapılan dini ziyarettir. Ziyaretin ne olduğu hakkında çok düşünmüyor yeni nesil. “Sevgiliye hicret”, uzun bir yol, uzun bir yürüyüş, baş döndürücü bir merasimi taşıyor oysa ziyaret kelimesi kendi içinde...
Melek’in şiirinde beni altüst eden şeyse, Umre’nin, devremülk gibi kapitalist tüketimin etkin bir parçası olan bir terimle birlikte anılıyor olması... Müteahhitlerin ve turizm koordinatörlerinin işbirliği ile Hz. Hacer’in kadim ve meşhur o dini yürüyüşünün tersyüz edilerek, para mıknatısı bir “kule”ye dönüştürülmesi... Ne gariptir ki; kule, geleneksel edebiyatımızda da geçer, Nemrud’un Allah’la savaşmak için göklere diktirdiği bir Kuleyle ilgili kıssa vardır mesela... Yani özü itibariyle aslında Hacer ve Kule kelimeleri bir araya gelemez, müteahhitlerin beceriksiz oluşları daha buradan başlıyor... Hz. Hacer’i kapitalizmin bir parçası haline dönüştürmeye kalkmışlar...
Hoş, böyle bir dönüştürme iddiasını ciddiye almayan birisiyim ben... Yani Hz. Hacer’in yazılı olduğu kaderin hikayesi, bununla kıyaslanmayacak derinlikte, bambaşka bir ummanın içinden geçer. Hacer’in yalnızlıklarla dolu yol yürüyüşü, Kıyamete kadar sürecek ziyaretlerimizin eksenidir, kabıdır, kılıfıdır, yüzüdür. Bu büyük ziyaret, yer ile gök arasındaki velayeti kurmuştur. Bağlamdır. Varoluşun bağlamı. İnsanoğlunu “zübde-i alem”e taşıyan, alemin gözbebeği kılan bir şerefin içine aparır bu velayet, bu ziyaret, bu salat, bu selam...
Umre, ziyaret olduğu kadar hatırlayıştır. Tezekkürdür.
***
Peki nereden çıktı bu devremülklü Umre satışları...
Umre ziyareti için Mekke-i Mükerreme’ye giden ziyaretçilerin dönüşümlü olarak kutsal şehirde kalabilmelerinin zamansal döngüsünü kuran bir ortaklık türü devremülk... Bunu işitmeye daha çok tatil dendiğinde alışığız. Ama Melek ve arkadaşı, Ramazan’da iftar sonrasında rastlaşmış bu çılgın kalabalıkla. Bir devremülk tanıtımından oluk oluk çıkan debdebeli dindarlar arasında ezilme tehlikesi atlatan iki arkadaşın hikayesi var şiirde. Galiba garson da bizimkilere iyi davranmamış, aslında garson şiirde bize en yakın adamdır, yani parasıyla gücüyle Hz. Hacer’in Safa ile Merve arasındaki eski ve kutsal koşusunu, günümüzün yüzsüz ve kibirli “Hajar Towers”a dönüştüremeyecek tek adamdır şiirdeki... Lakin hayatın acıklı aralığı da budur ya. Bize en yakın olanın dudak kıvrımı, bize en uzak olanın sırtımıza sapladığı hançerden daha fazla acıtır... Garson da, zenginlerin o kendinden çok emin ayaklarının altında kalma tehlikesi geçiren bu iki kıza, kibirlice bir bakış fırlatmış, burada ne arıyorsunuz kızım dercesine bakmış...
***
Modern şiirin amaçlarından birisinin unutkanlığı kırmak olduğunu düşünüyorum. Buzun içinden ateş yakmak gibi. Çığ düşmesi gibi. Melek de öyle çığ gibi düşmüş mısralarında. “Bir teşkilatın organize ettiği devremülk satışlı bir iftar daveti/ Çığrından çıkmış bir ihtiras/ Allahım bu aşağılık yüzsüzleri mahşer günü/ Hz. Hacer’e tokatlatabilir misin”... Tam bir şok! Öyle değil mi...
Ben Melek Arslanbenzer ve Fayrap Edebiyat’a, İtibar Edebiyat’a baktığımda şiirin halen ayakta kalmış tek devrimcil avaz olduğunu düşünüyorum.
Hz. Hacer şiirin kendisiydi. Gölgelerin gölgesi kalmış bizeyse...