*Hoş geldiniz, bu ülke sizin de ülkenizdir..
Sınırın sıfır noktasında karşılaştığım trajedi eşine, benzerine ancak Bosna veya Filistin’de rastladığımız türden bir trajediydi.
Suni sınırlarla bölünmüş bir ülkenin öbür tarafında yaşayanlar, kitleler halinde bu tarafa yani Türkiye’ye geçmeye çalışıyorlardı.
Dehşet içinde kalmış insanlar..
Gözlerini ufka dikmiş gencecik kadınlar. Yaşlıları, kadınları ve çocukları Türkiye’ye sağ salim geçirdikten sonra, geriye dönüp IŞİD’le Kobanê önlerinde savaşmak için sabırsızlanan yirmili yaşlarda, hatta daha da genç delikanlılar.
Saçı, yüzü toza bulanmış, dünya güzeli çocuklar. Sırtlarda taşınan yaşlılar... Kümeler halinde bir meydanın içinde insan adacıkları gibi duruyorlar. Sarıp sarmalanmış denkler halindeki yatak yorganlara sırtını yaslamış yaşlı insanlar, yorgunluk gideriyor kızgın Harran sıcağında... Bir bidon peynir, tuza yeni basıldığı besbelli bir bidon kışlık turşu... Getirebildikleri yegane şeyler bunlar olmuş.
Yüzlerine yolculuğun yorgunluğu ve çöllerden kopup gelen tozların ağırlığı çökmüş bu insanların gözlerinin içine bakıp bir çift söz söylemek o kadar zor ki...
Yorgunluğu ve saçlarına, kirpiklerine yapışmış tozu dumanı saymazsak, yüzlerine yansıyan ifadenin içinden okunabilen tek şey, derin bir onur kırılmasından başka bir şey değildi.
Bir merhabaya bile katlanamayacak kadar hassaslaşmış ve onurları kırılmıştı.
Onları bu hale getirenlere de, bu hal karşısında suskun kalanlara da kızgınlık içindeydiler.
Karşılaştığı ve düşman bellediği her insanın kafasını oracıkta kesen, bir örgütten kaçıp günlerce yol yürümüş ve IŞİD’in dillerde dolanan dehşetini, acımasızlığını ve zulmünü bu uzun yolculukta hep yanı başlarında hissetmişlerdi.
Gün uzadı yüzyıl oldu
Sınıra vardıklarında geçişler için alınacak kararı beklerken gün uzamış yüzyıl olmuştu sanki... Anlatıldığına göre, o bekleyiş sırasında, PYD güçleriyle IŞİD arasında yaşanan çatışmalar hız kesmemiş ve sınıra gelen insanlar bir silah sesi duyduklarında önlerini kesen telleri parçalamaya başlamışlardı. İçlerinde mayına basanlar, hayatını kaybedenler ve patlayan mayınlardan yaralananlar olmuştu.
Sınırın sıfır noktasına gidip yaşadıkları trajediye gözlerimle tanık olduğum Kürt soydaşlarıma, Kürt kardeşlerime, acılarına belki bir nebze de olsa deva olur veya belki laf lafı açar iki kelam ederiz niyetiyle söylediğim tek söz bu oldu:
Hun bı xêr hatın, ev welatê hanê, welatê weye ji..
Hoşgeldiniz, bu ülke sizin de ülkenizdir..
Sınırın öbür yanında yaşanan ve IŞİD’in sebep olduğu vahşete karşı mücadele eden eşlerini, evlatlarını bilinmezliklerle dolu bir kadere terk edip, yine nasıl gelişeceği çok da bilinmeyen farklı bir kaderi yaşamak için sınıra gelen Kürtler bu gerçeğin farkındalar zaten.
Elleriyle dokundukları, gözlerini bir dakika bile ayırmadan baktıkları birkaç metre uzunluğundaki tel örgüler, onların gözünde, kendi ülkelerini ikiye bölen suni bir engelden başka bir şey değil.
O tel örgülere rağmen, yıllardır birbirleriyle kız alıp kız verdiler. Sınır ticaretiyle kazandıkları her şeyi, birbirleriyle paylaştılar. Sınırın bu tarafında da olsa öbür tarafında da olsa, aşiretler aşiretlere kol kanat gerdi. Kimse kimseye saygıda kusur etmedi. Türkiye’deki rejim gazaba geldiğinde, sınırın öte yakasına geçiyorlardı. Suriye bir zamanlar, Türkiye’deki Kemalist rejimden kaçıp giden Kürt beylerinin ve aydınlarının sığındığı bir ülkeydi. Kürt milliyetçiliğinin edebiyatı ve siyaseti şimdi içinden uyanmaya çalıştıkları bir kabus gibi yaşanan bu tarihin içinde ve bu topraklarda vücut buldu.
Değerli dostum Ömer Özmen Suruç’ta sınırın sıfır noktasında aracın motorunu durdurup, kontağı kapattığında, bir toz bulutunun içinde kaldığımız o anda aklım yüzyıla uzanan bir trajedinin çeşitli safhalarıyla meşguldü. Sonra o toz bulutu dağıldı. Güvenlik bariyerlerinden geçip, savaştan kaçan insanların arasına daldık.
Buraya gelmesem, burada yaşananları gözlerimle görmez, kulaklarımla işitmezsem ne çok şey kaybetmiş olacağımı daha sınıra ayak bastığımız ilk dakikalarda anladım. İyi ki buraya gelmişim diye içimde bir huzur duydum.
Yaşlı kadınlar ve erkeklerin sayıları hemen göze çarpıyor.
Halime Ateş bu yaşlı kadınlardan biri. Medyanın ilgi odağıydı Halime ana. Onunla röportaj yapmak ve hikayesini dinlemek isteyenler sıraya girmişti.
Takdire şayan görev aşkı
Elinde ucu yanmamış bir sigara tutuyordu. Kucağında ise üstünde Ahtamar yazan bir sigara paketi vardı. Suriye Ermenilerinin ürettiği bir sigara markası olabilir diye geçirdim içimden. Ne de olsa vaktiyle Van-Ahtamar adasını terk edenlerin sığındığı bir ülke olmuştu Suriye.
Şimdi de 1915’te Van’dan, Kayseri’den, Urfa’dan, Muş’tan, Bitlis’ten başlayıp Deyr-Zor’da biten ölümcül bir yolculuğa, başka şartlarda ve tersine bir göçle yani bu defa da Suriye’den Türkiye’ye bir göçle, Kürtler karşı karşıya kalıyor.
Sınırda ilk günlere nazaran daha sakin bir ortam var. Gelenlerin sayısı artmıyor, ama bu sayı, savaşın şiddetlenmesiyle alakalı olarak beklenmedik bir şekilde artabilir.
Hayvanlarıyla beraber gelenlerin arzusu da yerine geldi. 19 Eylül’den bu yana yem ve su ihtiyaçları karşılanarak sınırda bekletilen hayvanların geçişine izin verildi. Tel örgülerin ardından konuştuğum insanlar en çok bu dertlerini dile getiriyorlardı.
Geçişlerle ilgili prosedür olabildiğince hızlı işliyor. AFAD ve sivil toplum örgütlerinin gönüllüleri takdire şayan bir görev aşkıyla çalışıyor. Biz sınırda, yasak bölge olan tel örgülerin dibindeyken bir otobüs dolusu kişi geldi. Otobüstekiler asker ve görevlilerin yardımıyla otobüsten indirildi. Çoğu yaşlı insanlardı. Askere bir soru sorduk, IŞİD bu sivillere ateş açıp öldürmek istese ne yaparsınız diye. Askerin cevabı netti: ‘Karşı koyarız elbette, bu insanlara ateş edilmesine izin vermeyiz.’
Sınırda bu ihtimale karşı çok sıkı bir güvenlik önlemi alındığını söyleyeyim.
Sınırın bu yanında tam bir savaş manzarası var. Dünyada belki bir ilk: İnsanlar bir müsabakayı izler gibi savaşın yaşandığı alanı görebilen tepelere çıkıp, bu tepeleri bir tribün gibi kullanıyorlar. Büyük bir merak ve heyecan içinde, oradan dürbünlerle savaşı seyrediyor ya da tanıklık yapıyorlar.
Kobanê’ye IŞİD saldırısının yarattığı ilkler bundan ibaret değil elbette.
Siz hiç, BM binasının önünde, yardım ama en çok da silah yardımı nedeniyle, ve dünyanın sessizliğine dikkat çekmek için, açlık grevine yatan parlamenterler gördünüz mü?
Siz hiç sınırı geçip savaşamayacak durumda olanları Türkiye’ye teslim ettikten sonra, düşmanlarıyla savaşmak için geriye dönenleri gördünüz mü?
Bu savaş bir ilkler savaşı.
Ama ulusların tarihinde ilk olmayan bir şey daha var ki, hedefinde Türk-Kürt siyasi ilişkilerinin geleceği var:
Dostun düşman gibi gösterilmek istendiği, düşmanın da dost sayıldığı bir savaş bu.
Türkiye bütün imkanlarıyla seferber olmuşken, bir kısım Kürtler, ‘Türkiye’nin Kürtler’e ihaneti’ konulu bir gündem oluşturmakla meşguller. Kürtler bu savaşı istemediler, bu savaşa adeta itildiler. Savaş içinde olan bir halka veya bir siyasete söz söylemek kolay değil, ahlaki de değil biliyorum. Hele bu halk sizin halkınızsa. Ama eğer eğer Kürtler bu savaşı IŞİD’e karşı kazanmak istiyorlarsa, Kürt halkının dostlarını düşman gibi göstermekten vazgeçmeliler. Türkiye, Kürtler’e dost bir ülke,. Kürtlerin siyaset stratejisine hiçbir dahli olmamış bir ülke. Ne Erbil’de federalizm ne Kobanê de Kanton, Türkiye’yle danışılarak ilan edildi.
Türkiye Kürtleri komşu ister
Türkiye ne Kobanê’de ne de Zaho’da komşusunun Kürtler değil, IŞİD olmasını ister. Bunu istemesi için hiçbir sebep yok. Bunu isteyen bir Türkiye kendi ayağına kurşun sıkan bir Türkiye olur. Ama bölgede duyduklarım bunu isteyenin yani IŞİD’in Kobanê’yi almasını isteyen ülkenin, şaşırmayın, Amerika olduğu yolundaydı. IŞİD’i Türkiye’ye komşu yapmanın oyunu oynanıyor, Kürtler savaşarak bu oyunu boşa çıkarmaya çalışırken, gerçek dostlarını Ahmet Türk’ün kardeş bildiği halkı ‘düşman’ gibi görmemeliler. Ders alınmalı tarihten: Köyler yakılır ve boşaltılırken Batı’ya gidiyordu Kürt halkı. Şimdi her gün beş bine yakın Suriye Kürdistanı’ndan gelen kişi otobüslere binip Batı’ya akrabalarına gidiyor. Türkiye, Kürtler’i sonu belirsiz bir savaşa sürükleyip sonra da terk eden bir ülke değil. Hiçbir zaman da olmadı. Yani, yaşadığımız meselenin Cezayir antlaşması ve İran’ın KDP’ye ve Iraklı Kürtler’e ihanetiyle bir ilgisi yok. Dolayısıyla Türkiye’nin ihanetinden söz etmek, Batı medyasında son zamanlarda Türkiye için kullanılan malzemelere ortak olmaktan farklı bir durum değildir..
Türkiye dostluk eli uzatıyor
Türkiye Kürtler’in Şengal’de olsun, Kobanê de olsun karşı karşıya kaldığı trajediye dostlukla ortak olmak istiyor. Bu dostluk elini itmek için hiçbir haklı gerekçe yok ortada.
Kürtler bu gerçeği görüyor ve bu gerçeğe yaşadığı hafızası üzerinden sağlıklı bir tanıklıkla bakıyor.
Ölümle, katliamla, aşağılanmayla, her türden tecavüzle karşı karşıya kalan bir halkın yollara düşüp sığındığı tek ülkeyi düşman gibi göstermek, o ülkeye yeniden savaşı dayatmak, Kürt halkından destek bulacak bir siyaset tarzı olmayacaktır.
Şanlıurfa Belediye Başkanı Celalettin Güvenç’in davetiyle, Halil İbrahim Buluşmaları için gittiğim Şanlıurfa’dan bu izlenimlerle döndüm.
Buluşmanın bir savaşın gölgesinde geçtiğini görmek yeteri kadar üzüntü vericiydi.
‘Köklerimiz geleneğe, Gövdemiz yaşamaya, Çiçeklerimiz konuşmaya, Kuşlarımız şarkılara
Meyvelerimiz yaşatmaya diyen’ bir buluşmanın keyfi bu yüzden biraz buruk kaldı.
Hayat devam ediyor oysa.
Sınırın öte yakasında savaş içinde bir ülke, bu yakasında ise, dünyadaki iyilik hareketlerine ödüllerin verildiği bir ülke var.
Başkan Güvenç, Dünya İyilik Merkezi olmayı ve bu amaçla bir akademi kurmayı istediklerini ifade ettiğinde, dünya iyilik hareketlerinin bir parçası olmak veya, yine dünya kötülük hareketlerinin ve merkezlerinin oyunlarıyla savaşların içinde yitip kaybolmak, Kürtler’e, Türkler’e ve Araplar’a tarih başka şans tanımıyor diye geçirdim içimden. Her iki şanstan birini kullanmak tamamen bizim elimizde...
Halime ana yeni bir hayata başlayacak
Halime Ateş’in yanına diz çöktüm. Çok fazla konuşmak için zaman yoktu, ve yorgun düşmüş bir yaşlı insanı sorularla daha fazla yormanın da bir anlamı yoktu. Bana Türkiye’den tanıdığı aşiret liderlerini bir bir anlatmaya başladı, ben değil o soruyor, şunu bunu tanıyor musun diye.. Müthiş bir bellek ve hafızaya sahip Halime ana. Hayran olmamak mümkün değil. Halime ana, torunlarıyla yeni bir hayata başlayacak ve kalan ömründe, hatıralarını, yaşayıp gördüklerini, Türkiyeli akrabalarının arasında paylaşmakla geçirecek.
Raman babasını ne zaman görebilecek
Genç bir kadın, Heyva, kucağında bir yaşındaki oğluyla, işlemlerin bitmesini ve Türkiye’ye giriş yapmayı bekliyordu. Oğlunun ismi Raman. Raman’ın babası YPG saflarında IŞİD’e karşı savaşıyor. Heyva bir yaşındaki oğlunu alıp sınıra doğru yürüyenlerin arasına katılmış. Raman’ın babası cephede yani. Sevimli mi sevimli bir çocuk. Babasını görebileceği zaman ne kadar sürecek, bunu ne Raman ne de Heyva biliyor..Heyva gözlerini uzaklara dikmiş bakıyor.. Belirsizliklere katlanacak ve Raman’ı büyütecek ve Raman’ın babasını bekleyecek, hep bekleyecek.. Kabonê özgür kalıncaya kadar, çocuğunun babasını görmeyecek ve hasret biriktikçe birikecek. Doksanlı yıllara ait bize dair hikayelerin bir benzerini de Heyva yaşayacak. Eşleri ve çocukları sağ salim bir yerlere bırakıp dağa çıkan gençlerin hikayeleri çok tanıdık ve bildik hikayelerdendir..