Çözüm süreci’ neydi?
Terör örgütünün saldırılarını durdurması; silahlı unsurlarını sınır dışına çekmesi; bu sırada herhangi bir saldırı, işgal, gösteri, halka veya devlet güçlerine yönelik tehdit oluşturulmaması halinde kendilerine müdahalede bulunulmaması; örgütün silahlı yapılanmayı feshetmesi;
Türkiye’nin ‘silahlı mücadele’ye bahane edilen demokratik eksiklikleri, bölgesel ekonomik dengesizlikleri gidermeye yönelik adımlarını hızlandırması.
Hükümet için bu proje, sadece silahlı çatışmaları değil, diğer tüm çatışma alanlarını da oradan kaldırmaya yönelikti; bu yüzden ‘terörün bitirilmesi süreci’ değil, ‘çözüm süreci’denildi.
Bu süreç aslında 2011 seçimlerinin ardından gündeme gelebilirdi. Hükümet demokratikleşme adımlarını sürdürme kararlılığını açıklamış, Doğu ve Güneydoğu başta olmak üzere ekonomik ve sosyal kalkınmaya ilişkin yatırımlarını zaten hızlandırmıştı. BDP de yanına sol siyasi grupları alarak seçimden ‘temsil yeteneğini arttırarak’ çıkmıştı. Zaten fiilen ‘bölgesel muhalefet partisi’ydi, ayrıca PKK ile gayrıresmi ‘diyalogu’ vardı. Bütün bunlar, BDP’nin terörün ortadan kalkmasını da kapsayan bir çözüm süreci için ‘siyasi muhatap’ olması için yeterliydi.
Ama olmadı.
TBMM açıldığında ‘yemin krizi’ ile yapılan başlangıç ve BDP’nin ‘Öcalan’ın talimatıyla’ Meclis’e gelmesi, BDP’nin ‘siyasi muhatap olmak’tan çok, ‘Öcalan’ın muhatap alınmasını istediği’ni ortaya koydu. Sonraki gelişmeler de bu yönde oldu. PKK’nın da muhatap alınması bile dillendirildi.
PKK da eylemleri ve açıklamalarıyla aynı yönde baskıyı amaçladı.
Sonunda Öcalan muhatap alındı, ancak diledikleri şekilde değil. Öcalan’la, örgütü üzerinde etkisi bulunan kişi olarak devletin istihbarat birimi masaya oturdu. Bir süreç planlandı; Öcalan’ın örgüt üzerindeki etkisi test edildi; tepkiler alındı. Yol haritası bundan sonra çıkarıldı.
BDP bu aşamada kendisine biçilen ‘postacı’ rolünden rahatsız olsa da üzerine düşeni yaptı.
Ancak aynı anda hem BDP hem de PKK, Öcalan’a ve örgüte ‘terör örgütü/elebaşı’ kimliğinin dışında bir ‘statü’ arayışını sürdürdü. Bu arayış sokak eylemleri ve açıklamalarla hükümete yönelik baskı kurmaya kadar vardıysa da, hem hükümetin geri adım atmaması hem de Öcalan’ın “Benim için bir şey istemeyin” açıklamasıyla etkisiz kaldı. Ve ‘silah dönemi bitti, şimdi siyaset zamanı’ mektubuyla çözüm süreci fiilen başladı.
Silahlı PKK’lılar dağlardan inmeye başlarken, hükümetin davet ettiği ‘akil insanlar’, silahın susması ve demokratikleşme/kalkınma perspektifiyle nelerin kazanılacağını hem ‘endişeli Türkler’e hem de ‘umutlu Kürtler’e anlattılar. İki aylık bir süreçte büyük oranda da etkili oldular; halkın çözüme desteği hızla yükseldi, ‘terörsüz’ geçen 5 ay neredeyse ‘normal’ algılanmaya başlandı.
Ancak çözüme inancın en yüksek düzeye ulaştığı anda Gezi Parkı üzerinden gelişen olaylarda örgütün tavrı, ardından ‘bazı’ PKK’lıların bu güveni sarsıcı eylemleri endişeleri arttırdı. Ankara, PKK’nın ‘ilgimiz yok, çocuklar kendiliklerinden yapmış’ açıklamalarını tatmin edici bulmuyor. Zira örgütün ‘çekilme’ sözüne rağmen işi ağırdan aldığı, silahlı militanların ancak yüzde 15’inin çekildiği, bunların çoğunun da zaten eylemde işe yaramayacak kişiler olduğu biliniyor.
Bu durum endişe verici olduğu kadar, BDP’nin inisiyatif almasıyla çözülmesi halinde ‘siyasi muhataplık’ fırsatı da sunuyor. Bu kez ‘yukarıdan’ talimat da aynı yönde; Öcalan’ın ‘şimdi siyaset zamanı’ dediği sürecin siyasi muhatabı olması bekleniyor BDP’den.
Bu fırsat da örgüte ve Öcalan’a -kendisi istememesine rağmen- başka bir statü kazandırma hevesiyle kaybedilmemeli.
Hükümet ‘demokratikleşmeye odaklandığını’ en üst düzeyde açıkladı; ilk adımları da dün attı. Devamının geleceğini söylemek kehanet değil. BDP’nin hükümeti hızlanmaya zorlaması anlaşılabilir, ancak PKK’yı da çekilmeyi hızlandırmaya zorlamalı.