BDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması konusu ciddiye binince Türkiye, bir kez daha ‘hukuki gereklilik’ ile ‘siyasi gereklilik’ arasında tercihle karşı karşıya kaldı.
Önce konunun bu iki boyutunu özetleyelim:
Dokunulmazlıklarının kaldırılması ve yargılanmaları istenen kişiler 9’u BDP’li, biri bağımsız 10 milletvekili. Suç, “silahlı terör örgütüne yardım etmek.” Suça konu eylemlerin öne çıkanları da kamuoyunda “teröristlerle kucaklaşma” ve “terör örgütü üyeliğinden aranan kişiyi milletvekili ayrıcalığını kullanarak koruma” olarak biliniyor. Fezleke, bu milletvekillerinin yargılanabilmesi için milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasını talep ediyor. Dokunulmazlıkların kaldırılması sadece yargılamaya izin veriyor, milletvekillikleri düşmüyor. Vekilliğin düşmesi, ancak cezalar Yargıtay’da onandıktan sonra gündeme gelecek.
Buraya kadar olanlar konunun hukuki kısmı.
Konunun ikinci yönü ise siyasi...
Suçlananlar BDP’li olunca, partinin ‘atalarından’ DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırıldığı ve TBMM’den gözaltına alındıkları 1994 yılı akla geliyor. (Leyla Zana’nın ‘Kürtçe yemin’ girişiminin ardından DEP’liler ‘terör örgütü sair üyeliği’nden DGM’de hapis cezasına çarptırıldı. AİHM, DEP’lilerin DGM’de adil yargılanmadığına hükmetti.)
Siyasi olarak da ‘aynı duruma düşme’ endişesi yaşanıyor.
Devletin zirvesindeki isimler konunun iki yönüne de dikkati çekiyor. Aralarındaki fark ‘şartların değerlendirilmesi’ ve ‘çözüm formülü’nde.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Demokrasilerde en aykırı fikirler bile konuşulabilir. Ancak terör, kan ve şiddeti teşvik edici konuşmaların yeri yoktur. TBMM’ye seçimle gelmiş olan bütün siyasetçilerin buna dikkat etmesi gerekir. Terör ve şiddete muhakkak mesafe koymak gerekir” diyerek temel tavrını gösteriyor örneğin. Ancak bu tavrın gereği yapılırken demokrasinin karşılaşacağı riske de işaret etme gereği duyuyor: “Geçmişte denediğimiz örnekler var. Kendimizi çıkmaz sokaklara itmememiz lazım.”
Cumhurbaşkanı’nın şu ifadeleri ise ‘örtülü öneri’ içeriyor: “Bütün milletvekillerinin sorumluluğu var. Geçmiş şeyler tekrarlanırsa onların da bizi bir yere götürmediğini gördük. DEP ve 1994 sürecini kastediyorum.”
Bu ifadelerden, milletvekillerinin ‘siyasi sonucunu düşünerek dokunulmazlıkların kaldırılmaması yönünde oy kullanması’ beklentisi kadar, BDP’lilere ‘hukuk, siyaset ve kamuoyu vicdanıyla oynamayı bırakmaları’ çağrısını da okumak mümkün.
Benzer bir ikili yorum da Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’tan gelmişti: “BDP’li bazı vekiller bilerek ve isteyerek suç işliyorlar. Karşılığının yargıda yerine getirilmesi lazım. Ancak dokunulmazlıkların kalkması siyaseten doğru mu olur, iyi mi olur, kötü mü olur? Umarım tüm partiler, siyasi sonuçları hesaplayarak oy kullanırlar.”
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İspanya dönüşü yaptığı açıklamada ise daha net bir tavır ve ‘örnek’ var: “(Terör örgütü ETA ile ilgili) ‘Ne yaptınız’ dedim. ‘Silahı bıraktırdık, siyasetten çektik. Siyaseti de siyasete yakışır şekilde yapmıyorlardı’ dediler. Aynen bizdekiler gibi. Eğer siyaseti terörize edersen önünü kaparlar. Siyaseti siyaset gibi yaparsan herkes de seni alkışlar.”
Bu ifadede de BDP’nin ‘alkışlanacak siyaset yapma’ kapısının açık olduğunu okumak mümkün.
İspanya, ETA’nın partisi Batasuna’yı ‘teröre destek’ten kapatmış, yöneticilerine siyaset yasağı getirirken, AB’den tepki görmemişti. Bu örneğin arkasında, Türkiye’nin de 94 Türkiyesi olmadığı özgüveni yatıyor.
Türkiye, 1994’teki devlet anlayışının ortaya koyduğu lekenin baskısıyla ‘her ne şart altında olursa olsun siyasetçiye dokunmama’ ile İspanya örneğindeki gibi ‘her yönüyle izah edilebilir bir yargılama sürecini garanti ederek teröre desteği cezalandırma’ tercihiyle karşı karşıya.
Söylemlerin sertliğine rağmen ‘terör örgütüyle paralel’ bile olsa, ‘örgütten bağımsız’ siyasetin önünün açık olduğu açık değil mi?