TÜRKİYE cezaevleri 1980 sonrasında sık sık, siyasi tutuklu ve mahkumların belirli taleplerinin yerine getirilmesi için yaptığı açlık grevlerine ve ölüm oruçlarına sahne oldu. Tutuklu yakınları da bu eylemlere katıldı. Toplam 122 kişi hayatını ölüm oruçlarında kaybetti. Üç bine yakın kişinin sağlığı da kalıcı biçimde bozuldu. Bu tablonun er ya da geç belgesel sinemada yerini bulması kaçınılmazdı...Neresinden bakılırsa bakılsın bir devlet için utanç verici bir bilanço. Nitekim filmde kullanılan arşivler, özellikle Bülent Ecevit’in açıklamaları ve onlara tezat oluşturan polis şiddeti görüntüleri bu bilançonun vehametini arttırıyor. Geçtiğimiz haftalarda da yapılan açlık grevinin ölüm orucuna dönüşmeden sona erdirilmesinin üzerine Simurg belgeselinin gösterime girmesi, aslında bir fırsat. Kamuoyunun ezici çoğunluğu bu tür eylemlerin sadece siyasi niteliği, yani mahkumların talepleri ve devletin tutumu hakkında fikir sahibidir ki bu fikir de ne yazık ki desteklemek ya da karşı çıkmaktan ibarettir. İnsani boyutu yeterince yansımaz kamuoyuna. Eylemciler birey değil örgüt üyesi olarak görülür, birer insan, evlat, ebeveyn, eş olarak değil... Simurg’un başlıca erdemi mahkumların aile ilişkilerini de sergilemesi.
KAZANDIĞI ÖDÜLLERİN HAKKINI VEREN BİR BELGESEL
Simurg, F tipi cezaevlerinin yapımına ve mahkumların tecrit edilmesine karşı çıktıkları için açlık grevi yapan, bu nedenle Wernicke Korsakoff hastalığına yakalanınca şartlı tahliye edilen altı mahkumu beyazperdeye taşıyarak öncelikle net bilgi veriyor kamuoyuna. Altı mahkum aracılığıyla açlık grevi yapanların siyasi kimliklerini ve görüşlerini, hangi örgütlere mensup olduklarını, eylemi hangi gerekçelerle yaptıklarını, sağlık durumlarını nasıl değerlendirdiklerini kendi gözlerinden aktarıyor. Belgeselin ilk bölümünde İstanbul’a gelen, kenti gezen ve deneyimlerini paylaşan altı mahkum ve ailelerinin buluşmasının Hayata Dönüş operasyonuna denk gelmesini izliyoruz. On yıl aradan sonra çekilen ikinci bölümde ise hayatlarını ve tedavilerini yurt dışında devam ettirmelerine tanık oluyoruz. İki bölüm arasında ve finalde, adı son derece ironik biçimde Hayata Dönüş konan kanlı operasyona da odaklanıyor Simurg. Yönetmen Ruhi Karadağ, böyle bir konuyu militan bir tavır yerine gözlemci olarak sunmaya gayret etse de tarafsız kalmakta zorlanmış. Nitekim Hayata Dönüş misali bir operasyona karşı tarafsız kalsa ya da altı mahkumun militan kişiliklerini perdelese Simurg inandırıcı olmazdı. Durumlarını “Biz bedel ödedik, kazandık” diye açıklayan altı hasta insanı olduğu gibi yansıtmak belgeselin etik borcu... Öte yandan yıkık cezaevine girerken kurguda kullanılan efektler filmin dengesini bozuyor ve adeta bir korku filmi atmosferi yaratıyor. Oysa bu atmosferi filmin bütününde gayet özenli olan sinematografi aracılığıyla yaratması, hele ses efektlerinden hiç medet ummaması daha yerinde olurdu. Yine filmin finalinde ölenlerin ve hastalananların sayısını vurgulamak için kullanılan grafikler de abartılı. Bütün olarak Simurg, kazandığı ödüllerin hakkını veren, Türkiye’de sol hareketin çoğunlukla ölüm orucuna dönüşen, mahkumlardan Çiğdem Kazan’ın “Kolay değil, hücre hücre ölüyorsunuz” diye tarif ettiği açlık grevlerine nasıl baktığını, bu eylemlerin hangi zihniyetle gerçekleştirildiğini açıkça gösteren bir belge olarak önem taşıyan bir film.