Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşi HanımefendiCumartesi akşamı İstanbul Tarabya’daki Huber Köşkü’nde medya kuruluşlarının sahip ve yöneticileriyle gazetecilere bir iftar verdi.
Doğrusu davetli listesi de Cumhurbaşkanının konuşmasında vurguladığı noktalar kadar haber konusuydu. Yakın bir döneme dek Erdoğan’a ve AK Parti’ye muhalefet etmekle Türkiye’ye muhalefet etmek arasındaki çizgiyi fark edememiş, bunun eleştirellik değil doğrudan ülkeye kötülük, hatta düşmanlık demek olduğunu anlamamış ya da meseleyi kişiselleştirmiş medya kuruluşlarından temsilciler de uzun bir aradan sonra devletin başı tarafından kabul edilmiş oldu.
Kırılma noktasıolarak işaretlediğim “yakın dönem”, 15 Temmuz darbe-işgal girişimi elbette. O gece o büyük saldırının hepimizin ortak geleceğine, ortak vatanına, ortak evine, birliğine dirliğine olduğunu anladı çünkü malum gaflet ve dalalet içindeki medya da.
İhanet içindekilerse davet edilmemişlerdi zaten.
Hem bu idrak halinin bir sonucu, hem de referandum sonrası yeni siyasetin bir işareti olarak değerlendirdim o yüzden geceyi. Haber yönü açıkça baskındı.
Daha iftarı beklerken demiştim masadaki arkadaşlara, “bu kadar gazeteciyi habersiz-manşetsiz göndermeyecektir”. Nitekim Cumhurbaşkanının diğer konuşmalarıyla kıyaslandığında kısa sayılabilecek hitabı içine çok önemli başlıklar sığdırılmıştı.
İki noktayı bilhassa önemsedim.
İlki, medya ve iktidar arasında olması gereken ilişkiye dair söyledikleriydi.
Gazetecilerin, medya kuruluşlarının zaten bilmesi ve şiarı haline getirmesi gereken mühim bir ölçütü hatırlattı Cumhurbaşkanı.
“Manşetini, kalemini, gazete sayfalarını, terör örgütünün emrine verenlerle, silah alıp dağa çıkan arasında bana göre fark yoktur. Terör örgütü mensupları ile işbirliği içinde hukuku çiğnemenin, milli güvenliği tehdit eden eylemlere girişmenin bir müeyyidesi elbette olacaktır.”
Ardından kendi beklentisini ve bakışını açıkladı:
“Sizler gerek hükümetimizle gerek şahsımla, ne konuşuyorsam, aynı şeyi konuşmak zorunda değilsiniz ama bir şeyi özellikle rica ediyorum, o da şudur: Yerli ve milli olarak ülkemizin ve milletimizin menfaatinin olduğu yerde bana göre diğerleri teferruattır”.
“Ülkemizin ve insanımızın ortak menfaatini gözettikten sonra yapacağınız her eleştiri, alacağınız her muhalif tutum benim için teferruattır” dedibir başka deyişle Cumhurbaşkanı.
Bu bakışı sağlıklı, özgüvenli ve gerçekçi bulduğumu söylemeliyim. Yerli ve milli olmayı devletçi, milliyetçi hatta iktidar düşkünü olmakla eşleştirip lekelemeye çalışanları boşa düşürecek bir yaklaşım doğrusu. Dün usta gazeteci Ardan Zentürk’ün güzel bir yazısı yayınlandı Star’da bu ayrımlar üzerine. Okumayanlara, üzerine düşünmek isteyenlere tavsiye ederim.
Altını çizmek istediğim diğer bölüm şu:
“15 Temmuz’un banileriyle yapacağımız çok büyük işler var. Onlarla vereceğimiz mücadele öyle az buz değil, bakın her yerden bir şeyler çıkıyor. Virüs bütün bünyeyi sarmış vaziyette. Bu işi öyle ufak tefek olarak ele alamayız. Bu sürece gelene kadar bizim de eksiklerimiz, yanlışlarımız olmuş olabilir. Göremediğimiz, gözden kaçırdığımız şeyler olabilir. Bundan dolayı iş buraya kadar gelmiş olabilir. Fark ettik, şimdi de üzerine üzerine gidiyoruz”.
Bu cümleler çok önemli. İlk kez bu kadar açık ve net bir şekilde kendi olası sorumlukları üzerine konuştu Erdoğan. Sahici bir özeleştiri de denebilir.
Kanaatime göre Cumhurbaşkanı bir şeyin iyi anlaşılmasını istiyor: “Fetullahçı yapının bir paralel devlet yapılanması, bir terör ve işgal örgütü, bir casusluk çetesi olduğunu anlamakta görece gecikmiş olabilirim. Ama bu kasıt değildir yanlışlıktır. Gerçeği sezdikten, görüp anladığım andan itibaren FETÖ ile kararlılıkla mücadele ediyorum”.
Böylece hem kendisini ve partisini FETÖ ile yoldaş çıkarmak isteyen siyasilerin ve medyanın emellerini boşa çıkartıyor Erdoğan, hem de kendi tabanı ve sevenlerinin aklında bir şüphe kalmasın diye samimiyetle “durum budur” diyor.