Ne masumduk. Benim ve benden bir önceki kuşağın itiş kakıştan anladığımız Horoz Nuri’yle, “Bediiyaa” diye peşinden dolaştığı, sonradan görmeliği, acuzeliği ve iticiliği singeleyen karısının kavga gürültüsüydü.
Kavukluyla Pişekar, Karagöz ile Hacivat’tı bu “karı-koca.” Ve her mahallede mutlaka bir Bedia ve de bir Horoz Nuri ya da Rüknettin vardı. Örneğin bizim mahallede Belma Hanım tam bir Bedia’ydı. Herkesi iter kakar, adamı cüzdanının şişkinliğiyle düz orantılı değerlendirir, eziği topuğunun altına alır, kalantorun karşısındaysa eğilip bükülürdü. Kocası Bahattin Amca’ysa göbeğini hoplatarak peşisıra yürür, Belma Hanım şarlayacak diye de korkusundan tirtir titrerdi. Biraz geride kaldı mı, mahalleye gücünü göstermek amacıyla olsa gerek:
“Düş önüme Bahattin... Ne öyle ayran budalası gibi etrafına baka baka yürüyorsun?!” diye haşlardı kocasını. Bahattin Amcanın rengi kül; “Geliyorum hayatım... Geliyorum gözümün nuru” diyerek seyirtirdi ardından kan ter içinde.
Kızları vardı bir de ki, hık demiş anasının burnundan düşmüş. “Her zaman her yerde moderen olmak başlıca görevimizdir”, lafını diline pelesenk etmiş Belma Hanım bu “moderenlik” ve de “yalakalık” gereği, kızının adını “Sabiha Gökçe” koymuştu. Herhalde oğlu olsa “Mustafa Muğlalı” koyacaktı.
Horoz Nuri, Adanalı pamuk tüccarıydı çoğunlukla. İstanbul’a okumaya yolladığı oğullarının çapkınlık ve haylazlıklarından şikayet eden, yöresinin vurgularıyla konuşan, kurnazlığı akıl ve zekanın üstünde gören sevimli bir adamdı. Yıllar sonra rahmetli Sakıp Sabancı, bütün Türkiye’nin pek bir sevdiği, rahmetli Vahi Öz’ün canlanırdığı Horoz Nuri’yi aldı, bir elbise gibi sırtına geçirdi ve Türkiye’nin Sakıp Ağa’sı oldu. Zenginden hiç de haz edilmediği, mal mülk sahibinin hırsız bellendiği bir dönemde varlıklı adamın pekala da sevimli, pekala da cana yakın olduğunu kanıtlamak istercesine yazılı ve görsel basında dolaştı durdu Sakıp Ağa ve milletçe çok sevdik onu.
“Yahu adam zengin mengin ama bizden biri canım!” dedirterek milyonlara, “ister zengin, ister yoksul adamın sevimlisi makbuldür” gibi bir düşünceyi çaktı kafamıza Sakıp Ağa.
Şimdi dönelim Vahi Öz’e. Gerçek adı Vahe’dir. Ermeni kökenli olmasına karşın neden bilinmez, bu hele de siyah beyaz filmlerin büyük güldürü ustasının adı hep “Vahi” diye yazıldı. Kime ne, bize ne! Ermeni olsun olmasın. O bizim Horoz Nuri’miz Rüknettin’imiz, masum yıllarımıza dönmek istediğimizde hemen ceketinin eteğine yapıştığımız ailemizden biridir.
“Aluuuu Bediyaaa, beni tanımadın mı? Benim ben Rüknettiiiin..” sözleri belleğime kazınmıştır ki tövbe çıkmaz. Serengil Plak adına doldurduğu bir kırk beşlik vardır ki, bebelerin dilinden düşmemiştir. Ne miydi kırk beşlikteki şarkının adı: ‘Bediiyyaaa tabi! Öteki yüzünde rahmetli Öztürk Serengil’le birlikte söyledikleri “Bekarlıktan Kurtulduk” parçası tabii Bediiyyaaa kadar tutulmadı.
Vahi Öz’ün son günlerini en iyi, rahmetli Sadri Alışık, Ses dergisinde anlatmıştı:
“Hayatımın bir döneminde Vahi Baba Mualla Süer ve ben üçlü sacayağı oluşturduk. Ölümünden on gün önce evine, geçmiş olsuna gittim:”Bomba gibisin Vahi Baba, yakında gene birlikte oynarız” dedim.
“Acı acı güldü, gözleri uzaklara, çok uzaklara daldı: ‘Yok Sadri’ciğim yok, yolcuyum ben. Kanserim... Kurtuluş yok... Hissediyorum ama karıma söylemiyorum. O da biliyor ama bana söylemiyor. Böyle bir aldatmacadır gidiyor işte evin içinde.’
“Sonra bana bir kanarya hediye etti. Hayatımda hiç kanarya beslemiş değilim. Nasıl bakacağız? ‘Bu kanarya kaç yıl yaşar?’ diye soracak oldum. Ensemden tuttu ve hüngür hüngür ağlamama neden olan şu cevabı verdi: “Hiç merak etme, benden çok yaşar. En çok on onbeş günüm kaldı. Yaz bunu bir tarafa Sadri’ dedi.” Vahi Öz 12 Şubat 1969’da vefat etti; Allah rahmet eylesin; mekanı cennet olsun.
Rahmetli Sadri Ağabeyin deyimiyle, “öööf gene efkarlandım ağbiler...”
(Meraklısına Not: Sevgili Füsun Olgaç dostuma duygu yüklü, bize insanlığımızı hatırlatan, geçmişlere götürüp kah ağlatan kah güldüren yazıları için çok ama çok teşekkür ederim. Masum yıllarıma uzanıyorum sayende; Bu yazılar kitap olacak yok başka çaresi!!)