Dünya Müslümanlarının üçte birinin yaşadığı Hind alt-kıt'ası üzerine maalesef fazla bir bilgi sahibi değiliz..
Evet, bugün Pakistan 225 milyon, Bangladeş 225 milyon, (işgali altındaki Keşmir Müslümanları da dâhil) Hindistan'daki Müslümanlar da 250 milyon kadar.. 700 milyonluk bir dev kitle.. Ya da 2 milyar olduğu kabul edilen dünya Müslümanlarının en az üçte birinin yaşadığı dev bir coğrafya..
Ama bu coğrafyaya biraz Pakistan biraz Bangladeş ve Keşmir dolayısıyla biraz ilgi duyuyoruz.. Ama bugünkü Hindistan'da yaşayan 250 milyona yakın Müslümanlar konusunda çok az ilgi ve bilgimiz var.
'Hind alt-kıt'ası' denilen coğrafyada, 75 yıl öncelerine kadar Müslümanların daha farklı bir manzarası vardı. 'Budist, Brahman, Hindu vs.' inançlara bağlı yüz milyonlarla, o zamanlar 100 milyonu aşkın Müslüman halklar bir arada yaşıyorlardı, asırlarca..
Özellikle 900 yıl öncelerde Gazneliler zamanında İslâm'la tanışan Hindu halkları, daha sonra Babür Şah ve diğer Müslüman hükümdarların hâkimiyeti zamanında, büyük kitleler halinde Müslümanlaşmışlardı. Çünkü Hindistan'da 'kast' denilen ve sosyal tabakalar arasında en aşağıda bulunan ve dokunulamayacak kadar 'necîs' kabul edilen ve devlet dairelerine girmeleri bile yasak olan ve 'haricanlar' denilen, köleleştirilmiş büyük kitleler başta olmak üzere on milyonlarca insan, İslâm'ın insanlığa sunduğu insanlık şeref ve haysiyetini öğrenerek, on milyonlar halinde kendi rızalarıyla Müslüman olup, o 'kast' sisteminin aşağılayıcı zincirlerinden kurtuldular, hür insan olmanın ne büyük bir nimet olduğunu öğrendiler.
Bu alanda 400 sene öncelerde İslâm'ın ikinci bin yılına girdiği zaman diliminde ortaya çıkan İslâm âlimlerinin, bu kitleleri insanlıklarına kavuşturmak yolunda yorulmak bilmez çabalarla giriştikleri sözlü ve fiilî 'tebliğ cihadı' sâyesinde büyük sonuçlar nasib oldu. Ki 'Müceddid-i elf-i sâni..' (İkinci bin yılın yenileyicisi..) diye anılan İmam Rabbânî ve diğer İslâm âlimlerinin çabaları hâlâ da derin bir şükran duygusuyla anılır.
Ama özellikle 1750'lerden itibaren Hind alt-kıt'asında etkinliğini artıran ve Müslümanların elindeki büyük güç odağı olan Osmanlı'nın ise artık ve maalesef yorgunluk alâmetleri vermeye başladığı zaman diliminde Hind alt-kıtâsındaki bu Müslüman kitlelerle sağlıklı bağlar kuramadık.
1857'de İngiliz emperyalizmine karşı baş gösteren büyük ayaklanma ise kanlı şekilde bastırılmıştı.
İngilizler de bu büyük kıt'adaki halkları birbirine düşman etmek yeni emperyalist metodlar geliştirmeleri gerektiğinin farkına vardılar.
Bu arada ulemâdan Seyyid Ahmed Khan gibi zatlar da artık sadece eğitime ağırlık vermek gerektiğini ileri sürmeye başlamışlardı, İngiliz eğitim sistemine tabiî.. Bu görüş ilk plânda mâkûl de gözüktü ve 1870'lerde Aligarh Üniversitesi kuruldu. İngiliz emperyalizmi de bu teşebbüsü destekledi ve Seyyid Ahmed Khan'a 'Sir' (sör diye okunur) ünvanını bile tevcih ettiler ve o da bunu iftiharla kabul etti.. Nasıl etmesinlerdi ki, Sir Seyyid Ahmed Khan, 'Güçlü ve cihangir Büyük Britanya'ya, İngiltere'ye karşı ayaklanma fikrinin akılsızca bir tavır olduğunu' ileri sürüyordu ve bu görüşünü Aligarh Üniversitesine de ve oradan yetişenlere de büyük çapta hâkim kıldı.
Sonraları..
1900'lerin başında, Mahatma Gandhi isimli bir hukukçu sivrildi Hindular arasından.. İngiltere'de okudu.. Güney Afrika'daki Hind kolonileri arasında da çalıştı ve o zaman Müslümanlarla da yakın ilgi kurdu, hattâ bazen Müslümanların mescidlerine bile gitti ve Kur'an'ın mesajlarını öğrenmeye de merak sardı. Üstelik Bengalce'nin büyük idealist şairi Nezr-ul'İslâm'la da dost olan ünlü Hindu filozoflarından ve bengalî dilinin büyük şairlerinden Rabindranath Tagore'un, 'Gora' isimli romanında açıkça belirttiği üzere, 'Eğer, Bengal Körfezi civarındaki Müslüman köylüler ve diğer zanaat erbâbı olmasaydı, biz İngilizlere karşı ayaklanma fikrini akledemezdik.. O hür yaşamak arzu ve iradesini biz Müslümanlardan öğrendik..' gibi sözleriyle dikkat çekiyordu.
Ama Mahatma Gandhi, yine de 'Birinci Dünya Savaşı' esnâsında istiklâllerini elde etmekte kendilerine daha anlayışlı davranabilecekleri ümidiyle, İngiliz emperyalizmiyle işbirliği yapmanın maslahata muvafık olacağı görüşünü öne sürdü ve bir hayli etkili de oldu..
Gandhi'nin o yaklaşımı Müslüman kitleler arasında bir tartışma meydana getirdiyse de, fazla itibar görmedi ve özellikle o sıralarda, Müslümanlar arasından bir mütefekkir, filozof ve şair olarak yükselmekte olan Muhammed İkbal, Hind halkları arasında etkin bir grup olan Müslümanların, kendi inançlarına uygun bir sosyal yapı oluşturmaları gerektiği üzerinde kafa yormaya başladı ve ilk olarak 1935'lerde Müslümanlarca kurulacak ve adı 'pâk' insanlardan oluşacağı ümidiyle, Pakistan ismini verdiği bir devlet'in kurulması gerektiği fikrini ortaya attı. İngilizlerin onu frenlemek için ona da tevcih ettikleri 'Sir' ünvanına, İngiliz hâkimiyetinde yaşadığı halde aldırış ve itibar etmeden, fikrini işlemekte ısrar etti. Ama Muhammed İkbal, bu hayalinin gerçekleştiğini göremeden 85 sene önce, Nisan-1938'de bu dünyadan ebediyet âlemine geçti.
İkinci Dünya Savaşı sonunda ise İngiliz emperyalizmi dünya liderliği iddiasını, Anglo-sakson dünyanın bir diğer gücü olan ve özellikle -o zamanki şartlarda- ilk Atom bombasını kullanarak karşı konulamaz bir dünya gücü halinde yükselen Amerika'ya bırakırken; Hindistan'a kendi takdir ettiği ölçüler içinde 'istiklâl' vermeyi düşünmeye başladı ve daha önce başka yerlerde ve hele de bazı Müslüman toplumları parçalayıp, her bir parçanın başına klasik 'colonialism' / eski ve bilinen sömürgecilik yerine, 'new colonialism /'yeni sömürgecilik' taktiklerine göre; yerli halklar içinden ama kafa ve kalbi ve de hayata bakışları İngilizler gibi olan kimseleri, o toplumlara 'kurtarıcı lider' olarak sunmak yolunu Hindistan'da da denemeyi ve Müslümanların ayrılık isteklerine ilginç bir şekilde cevap vermeyi tercih etti.
Ancak Hind Müslümanlarının bir kısmı Hindistan'dan ayrılınılmaması gerektiğini; bir kısmı ise Pakistan Devleti'nin kurulmasını ileri sürüyordu.
Sonraları büyük İslâm araştırmacılarından olacak olan Muhammed Hamidullah ve benzerleri gibi iyi yetişmiş, küçük bir grup ise, kopacak ve de önleyemeyecekleri büyük fırtınanın içinde yer almamak için Hindistan'ı terk ettiler.
İngiltere ise, birbirinden 2 bin km. uzaklıkta olan Bengal Körfezi ve Pencab Vâdisi'nde, Doğu ve Batı Pakistan olmak üzere iki ayrı parçadan oluşan bir Pakistan haritası çizdi ve bu coğrafyalara gitmeyi kabul eden on milyonlar, büyük acılar ve saldırılar altında kaldılar. On binler halinde öldürüldüler ve ölüleri bile trenlere yükletilip gönderilerek dehşete düşürüldüler.
Ve 14 Ağustos 1947'de bu 2 parçadan oluşan, daha önce olmayan bir devlet, 'Pakistan İslâm Cumhuriyeti' olarak mevcudiyetini, hâlen de 'Qaid-i Âzâm /Büyük lider' diye anılan 'Muhammed Ali Cinnah' aracılığıyla dünyaya ilân etti.
Keşmir'de ise hemen tamamı Müslüman olan halk, Pakistan'la birlikte olmak istediğini referandumla ortaya koyduysa da, Gandhi'nin dostu olan Keşmir Valisi Şeyh Abdullah isimli kişinin hıyanetiyle, Keşmir diyarı da Hindistan'a peşkeş çekildi. Hind Müslümanları böylece 3-4 parçaya ayrıldılar. Ama Hindular tek parça oluşlarını korudular, hâlen de koruyorlar.
Şimdilerde ise.. İslâm düşmanlığında sınır tanımayan Modi isimli bir başbakan kişi eliyle Müslümanlar aleyhine yeni oyunlar tezgâhlanıyor.
16 Temmuz günü, İstanbul'da bu konuda bir toplantı yapıldı.. O toplantıya ve Hindistan'daki 250 milyon civarındaki Müslümanlara karşı tezgâhlanan barbarca uygulamalar etrafındaki konulara ise inşaallah Cuma günkü yazıda değinelim..