Hilafetin kaldırılması, İslam dünyasında hep bir ukde olarak kaldı. Bunun İslam dünyası adına bir zaaf, hilafetten rahatsız olan sömürgeci dünya adına bir başarı olduğunda kimsenin şüphesi yoktu.
Ancak hilafetin bir ülkenin tasarrufunda bulunuyor olması da, bazı İslam toplumlarında, özellikle sömürgeci Batı etkisinin yoğun hissedildiği aydın çevrelerde muhalefet tohumları oluşmasına yol açmıyor değildi.
Birinci Dünya Savaşı sonrası, birçok alanda olduğu gibi hilafetin kaldırılması boyutu ile de İslam dünyası için edilgen sürecin başlaması demekti. Bu dönemin tamamını “İslam dünyasının İslam dünyası olmasında ciddi zaaflar yaşandığı dönem” olarak tanımlamak mümkündür.
Sonraki 100 yılı ben “İslam dünyasının İslam dünyası olma mücadelesi” olarak nitelerim. Bence halkların derununda bu arayış hep olmuştur. Buna “İslam dünyasının birliği” arayışı da dahildir.
Denebilir ki bu yüzyılda “İslam birliği”nin ifadesi anlamında hilafet de “Ümmet” de hiç gündemden düşmemiştir.
Bizde, hem “Ümmet”e, hem “Hilafet”e yönelik eleştirilerin farkındayım. Bu eleştirilerin en rasyonel olanı “hayal değerlendirmesi” çerçevesinde getirilenlerdir. Onun ötesinde laik savrulma ile İslam ve Müslümanlarla ilgili her olguya mesafe hatta düşmanlık tavrının etkili olduğu söylenebilir. Şöyle diyeyim: Bir tavır, “Olsa iyi olur, ama...” diye başlar, bir başka tavır ise “İslam’la ilgili mi, olsa da olmasın, isterse Türkiye’nin çıkarına olsun” tavrıdır. Bu tavır eğer sömürgeci çıkarlarıyla alakalı değilse, tedavi kabul etmez bir şekilde İslam düşmanlığı ile alakalıdır.
Bana göre Türkiye Cumhuriyeti’nin damarlarında bir “İslam alakası bizim pozitif gücümüzdür” yaklaşımı vardır. Mustafa Kemal Paşa’nın, hilafet kaldırılırken “Şu anda gücümüz yok, İslam ülkeleri yarın bağımsızlıklarını kazanır, yeni bir birliktelik iradesi doğarsa neden olmasın!” yaklaşımı, sadece içerdeki muhalefeti önleme söylemi değildir. Mustafa Kemal Paşa’nın “Türkiye’nin stratejik derinliği”ni görmemiş olması düşünülemez. Ama o gün bu stratejik derinliği reel hale getirme imkanı yoktur.
Ben, İslam Konferansı sonra İslam İşbirliği Teşkilatı’na “Gelecekte İslam ülkeleri bağımsızlığını kazanır, yeni bütünleşme arayışlarına girer” tasavvuru çerçevesinde bakmak istedim.
Baktığımızda bu yapının içinin dolmasının bile ne kadar zor olduğu gözleniyor. İslam ülkelerinde bugün bile yönetimler seviyesinde “Hadi bir İslam birliği oluşturalım” fikrinin karşılık bulmadığı gözleniyor. Neden? Çünkü tıpkı birinci dünya savaşı döneminde olduğu gibi, birçok İslam ülkesinde yönetici kadroların zihin dünyası, “İslam bütünleşmesi”ne karşı olan dünya güçleri tarafından sürülüyor.
Halen zirve İstanbul’da. Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev’in birlikte hazırlayıp yayınladıkları bir bildiri var. “İslami Yakınlaşmaya İlişkin Ortak Bildiri” başlığı ile yayınlanan bildiride, “İslam İşbirliği Teşkilatı üyelerini, İslami yakınlaşmayı desteklemeye ve gelecekte İslam ümmeti için yeni bir platform oluşturmaya davet ederiz” ifadeleri yer alıyor.
Bu bildiri önemli bir iradeyi yansıtıyor.
Zirvede, ilişkileri sancılı İslam ülkelerinin -ki bunlar arasında Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Mısır gibi büyük İslam ülkeleri de var- birbiriyle ilişkilerinin düzeltilmesi çabalarına da tanık olunuyor.
Belli ki bir hayli mesafe alınmasına ihtiyaç var. “İslami yakınlaşma” ve “İslam ümmeti” ifadelerinin içinin dolması bile ciddi emeği gerektiriyor.
Dileyelim Türkiye’nin dönem başkanlığı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın samimi gayretleri, önümüzdeki iki seneyi gerçekten bir sıçrama dönemi haline getirsin. Ne diyelim, ümmet olsun, o zaman dünya başka bir dünya olacak, Türkiye başka bir Türkiye olacaktır.