Uğradığımız kültür erozyonu, istismar ve devam eden saldırılar inancımızın güzel gördüğü kimi kurum ve deyimleri adeta öcüye çevirdi.
Mesela Mücadele Suresinin 22. Ayetinde Allah’ın kendilerinden hoşnut olduğu ve ahirette kurtulmuşlar topluluğu olarak tarif edilen, Allah taraftarı anlamındaki Hizbullah deyimini Lübnan’da siyasi ve askeri kanadı olan Şii bir partiye isim olarak verildiği için kullanamıyoruz.
Oysa Hizbullah Kur’ânî biri deyimdir ve güzel bir deyimdir.
İslamî deyimlerin siyasi ve ticari faaliyetlere isim olarak verilmesi maalesef çoğu kez İslam aleyhine kullanılan deyimler haline gelebiliyor. Çünkü o siyasi ya da ticari faaliyet bütün Müslümanları kuşatmadığı zaman ya da kötü örnek olduğu zaman kullandığı İslami deyime zarar vermiş oluyor.
Bir başka misal.
Peygamberimizin mühründe Muhammed Allah’ın elçisidir anlamında ‘Muhammedurresululah’ ibaresi vardır. Allah lafzı en üstte, Resul kelimesi ortada, Muhammed kelimesi de en altta istiflenmiştir.
Peygamberimizin mührü güzel ve anlamlı bir tablodur ama bu istifi emperyalizme hizmet eden bir terör örgütü kendisine bayrak olarak kullanmaktadır.
Müslümanlar terörist damgası yememek için bu güzel tabloya sahip çıkmaktan korkuyorlar.
Aynı şekilde bazı terör örgütleriمحمد رسول الله لا اله الا الله kelime-i tevhidini bayrak olarak kullandığı için kelime-i tevhid de bazen soruşturma gerekçesi olabiliyor.
Nitekim geçenlerde bir ilin valisi sosyal medyada bir bekçinin kelime-i tevhid istifini kullanıp üzerine de hilafet yazdığı için şüphelenip soruşturma açmış.
Ben o valinin ‘Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed onun elçisidir.’ anlamındaki kelime-i tevhide karşı olduğunu düşünmüyorum. Kelime-i tevhidi kendine bayrak edinen terör örgütüne mensubiyetinden kuşkulandığı için işlem yaptığı hüsnü zannında bulunmak istiyorum ama yaptığı açıklama da buna mani oluyor!
Hilafet kurumu/kelimesi için de aynı kargaşa söz konusudur.
İnsanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğu Kur’anî gerçeğini bir kenara bırakarak kurumdan bahsedelim.
Ecdadımız Müslüman olduktan sonra İslam birliğini temsil eden hilafete sadık kalmışlar ve 4 asır boyunca da hilafet görevini bizzat üstlenmişlerdir.
Hilafet görevi Hz. Ebu Bekir’den Abdulmecid’e kadar zaman zaman zayıflasa da isimden ibaret kalmış olsa da İslam birliğinin simgesi olmuştur. Adı itibariyle de misyonu itibariyle de hilafet kötü ya da zararlı bir şey değil tam tersine güzel, saygın ve ulvi bir kurumdur.
Hilafete bağlılık yeminiyle milletin güvenini kazanıp milli mücadeleyi yürüten peşinden de cumhuriyeti kuran irade bile hilafeti kaldırırken kötü ve yaramaz bir kurum olduğu için kaldırmamıştır. Aksine İstanbul’daki halifenin güçsüz olduğu ve görevi olan dini hükümleri uygulamaktan aciz olduğu için halifelik makamını kaldırmış halifenin görevini meclise vermiştir. Meclisin görevlerini konu edinen 1924 anayasasının 26 maddesinin ilk fıkrası ‘Ahkamı şer’iyyeyi tenfiz.’ yani şeriat hükümlerini uygulamak şeklindedir.
Evet, halifeliği kaldıran kanun da hilafeti değil hilafet makamını kaldırmıştır. Çünkü cumhuriyetin fabrika ayarlarını belirleyen 1924 anayasası hilafet görevini meclise yüklemiştir.
3 Mart 1924 tarihli 431 numaralı hilafetin ilgası hakkındaki kanunun birinci maddesi aynen şöyledir: ”Halife hal edilmiştir. Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet mâna ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilâfet makamı mülgadır.”
Yani halifelik makamını kaldıran irade hilafeti karalamamış kötülememiş aksine misyonunu cumhuriyete yüklemiştir.
Tabii tek parti döneminde cumhuriyetin fabrika ayarları olan 1924 anayasası peyderpey değiştirilmiş, tek parti baskısıyla cumhuriyet fabrika ayarlarından uzaklaştırılmış ve hilafet dâhil din ile alakalı her kuruma karşı laiklik bahanesiyle bir yasak ve karalama dönemi başlamıştır.
Tek partinin millete sormadan dayatma ile şekillendirdiği yeni rejim hilafeti de yasaklar arasına koymuştur. Hatta siyasi partiler yasasına hilafetle ilgili özel madde konmuştur.
86. Maddede siyasi partiler ‘halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemezler ve bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamazlar.’ düzenlemesi yapılmıştır.
Dolayısıyla da tek parti döneminin İslami kurumlara karşı takındığı tavırlardan biri de hilafete karşı takınılan tavırdır ve bugün hilafet kurumu sanki zararlı ve kötü bir kurummuş gibi lanse edilmektedir.
Oysa hilafet kurumu Hz. Ebu Bekir’den bu yana saygın ve ulvi bir kurumdur. İslam birliğini temsil ettiğine inanan hiçbir Müslüman hilafete karşı saygısızlık etmez.
Ama ülkemizde maalesef birileri İslam düşmanlığını hilafet üzerinden yürütmek gibi sinsi bir yol izlemektedir.
Devletin laiklik yapısına sığınmak da anlamsızdır. Çünkü Ortodoksların dini lideri olan Patrik ve patrikliğin merkezi olan Patrikhane, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindedir. Hilafete karşı çıkanların patrikhanenin resmi bir dini kurum olarak faaliyet göstermesine de karşı çıkmaları gerekir. Çıkmıyorlar çünkü algı çarpık bir algıdır.
Katoliklerin dini lideri olarak Roma’da Papa vardır, saygındır. Ortodoksların dini lideri olarak İstanbul’da Patrik vardır ve saygındır.
Ama İslam dünyasının dini lideri yoktur ve gündeme gelmesi bile tartışma konusudur.
Evet, Türkiye’de siyasi partiler hilafet konusunu konuşamazlar, tartışamazlar ve gündemlerine bile alamazlar. Çünkü Siyasi Partiler kanunu 86. Madde gereğince yasaktır.
Siyasiler tartışamazlar ama öyle bir algı oluşmuştur ki kanaat önderleri ve akademisyenler de tartışamazlar! Çünkü ağzını açan herkese karşı hemen bir saldırı kampanyası başlar!
Tamam, tartışılmasın ama İslam birliğinin simgesi olan hilafet kurumuna da en az patrikliğe ve papalığa gösterilen saygı kadar saygı gösterilmesi gerekmez mi?
Ne demişti özeleştiri yapan Atatürk:
“Laikiz dedik, dinle ilişiğimizi devlet olarak kestik. Cumhuriyetiz dedik, rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini kötüledik, kazanılmış büyük zaferleri bile birkaç satırla geçiştirmeye başladık. Latin harflerini aldık, yeni kuşakları binlerce yıllık geçmişinin hazinesinden yoksun bıraktık.”(Atatürk'ün Fikir kaynakları, Milliyet, 15 Kasım 1974)