Ben Cihad Baban’ın yalancısıyım. “Demokrat Parti” iktidarının en hızlı yılları... Cumhurbaşkanı Bayar ve Başbakan Menderes yurtdışı seyahatine çıkacaklardır. Bayar’ın programında Yunanistan vardır. Menderes’inkini unuttum. İngiltere veya Almanya olabilir...
İsmet Paşa “adamını” çağırır...
Şöyle der: “Cumhurbaşkanı ve Başvekil yurtdışına çıkacakmış. Ben de Bursa’ya dinlenmeye gidiyorum. Sonra 15 günlük Ege turuna çıkacağım. Öğren, ziyaretlerimiz çakışıyorsa ben Ege turunu iptal edeyim. Çünkü milli bir görevi ifa ediyorlar, akılları bende kalmasın, kendilerini burada söylediğim her şeye cevap vermek zorunda hissetmesinler. Rahatça gidip, rahatça dönsünler...”
Paşa, böyle konuştuğuna göre, Demokrat Parti’nin ilk yılları olmalı.
Çünkü daha sonra (27 Mayıs 1960’a doğru) çıldıracak, “taarruz” adını verdiği yurt gezilerine başlayacaktır ve “darbenin olgunlaşmasına” katkıda bulunacaktır.
Çünkü “şartlar olgunlaştığında” (bu “taarruz”ların şartları olgunlaştırdığını söylemek mümkün), “ihtilal meşru haktır...”
İsmet Paşa, taarruzlarıyla hükümeti silkelese de, rakiplerinin yurt dışı temaslarında, yukarına örneğini verdiğim “özeni” hep korudu. En azından, dışarıdakilerden güç alarak, “içeride” muarız pataklamadı.
İsmet Paşa’nın koltuğunda, bugün, Kemal Kılıçdaroğlu diye biri oturuyor.
Hemen gardınızı almayın, “diye biri” ifadesinde bir istihfaf ya da aşağılama çabası yok... Kılıçdaroğlu’nun liyakatine ya da liyakatsizliğine gönderme yapıyorum, bir “tutumun” ya da (meşrebinize göre) “tıynetin” altını çiziyorum, bir “yabancılaşmaya” dikkat çekiyorum.
Hayfa ki, Kılıçdaroğlu, İsmet Paşa’nın gösterdiği özeni göstermedi.
Sürekli Türkiye’yi sıkıntıya sokacak bir pozisyon aldı ve hep rakiplerimizin yanında hizalandı.
Örnek mi?
Hangi birini sayayım?
Başbakan, Gazze meselesini gündeme getiriyor, İsrail’in bölgede terör uyguladığını söylüyor...
Kılıçdaroğlu hemen İsrailli yetkililere mesaj gönderiyor: “Bizimle çalışın. Bizim iktidarımızda rahat edersiniz...”
Başbakan “van münit” çekiyor, neredeyse bütün dünyaya tercüman oluyor...
Kılıçdaroğlu hemen İsrailli bir heyet ağırlıyor: “Siz ona bakmayın. Bizim iktidarımızda böyle şeyler olmayacak...”
İsrail, Mavi Marmara yardım gemisine saldırıyor, silahsız yurttaşlarımızı öldürüyor.
Kılıçdaroğlu hemen İsrail’i “anlayan” ve “kollayan” bir açıklama yapıyor.
Bir hazırlığın ürünü olduğu besbelli Gezi Parkı eylemleri bir hükümet darbesine dönüştürülüyor ve peşinden “Erdoğan diktatör” kampanyaları başlatılıyor.
Kılıçdaroğlu Merkel’e mektup yazıp, Erdoğan’ın diktatör olduğunu söylüyor.
Batı ülkelerindeki dergi ve gazeteler “Bu Türkiye çok olmaya başladı” diyor.
Kılıçdaroğlu, “Evet, bu Türkiye çok olmaya başladı” diye tekrarlıyor.
Suriye diktatörü Esed, kendi yurttaşlarını öldürüyor, bu durumu eleştiren Türkiye’yi “birinci hasım” ilan ediyor.
Kılıçdaroğlu “diktatör” diyemediği Esed’e iyi niyet heyeti gönderiyor.
Maliki, Türkiye’ye kafa tutuyor, “Böyle devam ederseniz, Irak’taki milli çıkarlarınız tehlikeye girer” diyor.
Kılıçdaroğlu hemen Maliki’ye koşuyor.
Başbakan, darbeyi ve katliamı eleştiriyor, Mısır’daki insanlık suçunu teşhir ediyor.
Kılıçdaroğlu, katliam yapanların davetine balıklama atlıyor: “Hay hay, gelelim. Loğoğlu ve Korutürk hizmetinizde...”
İsmet Paşa’yla Kılıçdaroğlu arasındaki fark, sadece liyakat farkına değil, aynı zamanda “yurtseverlik” farkına işaret ediyor...
İsmet Paşa çünkü, ne kadar muarız olursa olsun, ülkesini korurdu...
Kılıçdaroğlu sürekli ülkesini şikâyet ediyor.