Bugünler, Celâleddîn-i Rûmî / Belhî’nin 750 yıl önvelerde dünyadan ayrılmasının, ‘Şeb-i Arûs’un yıldönümü.. Dünya çapındaki ‘büyük salgın’ sebebiyle nisbeten sınırlı geçti.
***
‘Şeb-i Arûs’ kısaca, ‘Düğün Gecesi’ demek.. Celâleddin Rûmî, ölüme, İslâm inancının da gereği olarak, bir son değil, perdenin öbür tarafına, geçmek olarak bakar.
‘Ölüm günümde tâbutum götürülürken, bende ‘Bu dünyanın derdi, gamı var, üzülüyorum’ sanma..
Arkamdan, ‘Yazık, yazık!.’ deme.. Eğer, nefse uyup şeytanın tuzağına düşersem, hayıflanmanın sırası işte o zamadır.
Beni toprağın kucağına verdikleri zaman, ‘Elveda elvedâ!.’ deme; çünkü mezar, öteki âlemin perdesidir.. Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, doğmayı da gör..
Hangi tohum toprağa atıldı da, toprak onu iade etmedi... İnsan tohumu hakkında niye yanlış zanna düşersin? Hangi kova kuyuya sarkıtıldı da, dolu çıkmadı.. Can Yûsufu neden kuyudan ziyan görsün..’
Evet, ölüme böyle bakan bir kimse için, dünyadan ayrılmak, korkulacak bir şey değil, bir de düğün gecesi sevinci ve perdenin öbür tarafına geçmektir. Ezel Meclisindeki Elest-i Bezm’den, Allah’u Teâla’nın takdir ettiği bir zamanda ve mekânda, perdenin fâni dünya tarafına geçiyoruz, ve burada yine takdir edildiği kadarıyla kalıp, sonra da perdenin baaqi olan ebediyet âlemi tarafına...
***Celâleddin-i Rûmî, bizde ‘Mevlânâ’ diye bilinir; İran, Afganistan ve Pakistan’da ise, Mevlânâ’dan daha çok, ‘Movlevî Celâleddin’ diye anılır.
Bazı coğrafyalarda da, kimisi Rûmî der, kimisi ‘Belhî’..
Belh’li Celâleddin ise, kendi durumunu şöyle özetliyor:
‘Men kucâ, şi’r ez kucâ? Lîken, bemen dermîdemed..
(Ben nerde, şi’r nerde? Ancak, benden kaynıyor..)
An yeki turkî âyed, guy dem, ‘Hey, kimsen?’
(Bir türk gelip, kendi şivesiyle der: ‘Hey sen kimsen?)
Turk, ki? Tâcik, ki? Rûmî, ki? Zengî, ki?
(Türk kim, tacik kim, rûmî kim, zengî (zenci) kim?)
Mâlik-el’Mulk ki, dâned, mû be mû, sırr u alen..
(Mâlik’el Mülk biliyor, bu sırrı o biliyor inceden inceye..)’
Belh (Belkh), bugün Afganistan’da ‘Mezâr-ı Şerif’ diye bilinen şehrin tarihî ismi ve Celâleddin, aslen oralı..
Ama, 800 yıl öncelerde, hemen bütün Müslüman beldelerini, (Afganistan, İran, Anadolu, Bilâd-ı Şâm /Şâm beldeleri/Suriye, Filistin, ve Irak’ı) korkunç bir sel tuğyanı gibi yakıp yıkan Moğol İstilâsı’nın ilk dalgalarından kurtulmak için, Celâleddin, babası ve aile efradıyla birlikte Belh’den taa , -o zaman Diyâr-ı Rûm diye anılan- Anadolu’ya ve orada da Selçuklu başkenti Konya’ya gelir, konar.
***Yeni nesiller ‘Rûmî ne demek?’ diye soruyorlar ve kendi cevaplarını da, ‘Galiba rûm asıllı..’ diye veriyorlar. ‘Rûm’ deyince de, ‘yunan-helen’ etnisitesini anlıyorlar. Ki, Kıbrıs, Rodos, Girit adalarıyla ve Doğu Karadeniz’de -ileride, 1461’de Fatih tarafından hayatına son verilecek olan- Pontus devletinin ve İstanbul’un ve Anadolu’nun ‘grekçe/yunanca’ konuşan Hristiyanları, kendilerini ‘yunan/helen’ olarak değil, -daha asâletli ve bir üstünlük havası ile- ‘Rûm’ diye nitelerlerdi.
Evet, ‘Rûm’, dünya tarihinin en uzun ömürlü imparatorluğu olarak bilinen Roma İmparatorluğu’nun hâkimiyetinde olan yerlerin halklarına Anadolu’da verilen isimdi. Merkezi Roma olmak üzere, kara Avrupasının orta ve güney kesimleriyle, kuzeyi ve güney sahilleriyle Akdeniz havzası ve Anadolu, Suriye, Filistin, Roma İmparatorluğu’na dâhildi. İstanbul ise, Doğu Roma İmparatorluğu’nun merkeziydi.
***Hatırlayalım; Kur’an-ı Kerîm’de de ‘Rûm’ sûresi vardır ve o sûrede, Ehl-i Kitab olan ‘Rûm’ların (o çağlar dünyasının en büyük iki süper gücü olarak nitelenebilecek olan Roma İmparatorluğu’nun, putperest Sasanî İmparatorluğu’na) yenildiği, ama, yakın zamanda galip gelecekleri bildirilerek, putperest bir güce karşı yenilen Ehl-i Kitâb’ın yenilgisinden mahzun olan, hüzünlenen ilk Müslümanlar teselli edilmiş olur. Ve o vâ’d-i ilâhî de gerçekleşir.
Celâleddin’in niçin Rûmî diye anıldığı sorularının, bu izahat yeterlidir herhalde..
Ama, bir de, arabçada ‘Sahibimiz, Koruyucumuz, Efendimiz’ mânâlarına gelen ‘Mevlânâ’ nitelemesinin de, Celâleddin’in ismi sanılması durumu var.
‘Mevlâ’ kelimesi özellikle dualarda Allah’u Tealâ için de kullanıldığı gibi, bir topluluğun başında olanları, önde gelenleri için bir hitab şekli olarak da kullanılmaktadır. Şöyle ki, ‘mevlâ’ kelimesine, arabçada ‘bizim’ mânâsındaki ‘nâ’ zamiri eklenerek bir kimseye ‘mevlânâ’ diye hitab edildiğinde ‘Sahibimiz, Efendimiz’ denilmiş olmaktadır. Nitekim, Arab diyarlarıyla, Hind, Pakistan ve Afganistan ve kısmen İran’da, ‘Mevlânâ, Şeyhunâ, Ustadunâ’ (Efendimiz, Şeyhimiz, Üstadımız) gibi hitab ibareleri, ihtiram makamında, yaygın şekilde kullanılır.
Böyle olunca da, Celâleddin-i Rûmî’yi de ‘Mevlânâ‘ diye anan kişiler, hattâ ona karşı olsalar bile, onu öyle andıklarında ‘Efendimiz’ dediklerinden, kendileriyle çelişmiş duruma düşüyorlar.
***‘Aaa, ona karşı olanlar da mı var?’ denilebilir.
Onun bağlı olduğu tasavvuf ve sûfîlik cereyanına, İslâm hakkındaki bazı yorumlarına, Mesnevî’de dile getirdiği görüşlerinin ‘Vahdet-i vücud’ anlayışını, panteizmi yansıttığından tutunuz da; Mesnevî hakkında kendisinin mi, yoksa, yolda giderken bile katiplerce yazılan şiirlerine- nefeslerine bir ekleme yapılarak mı yazıldığı kesin olmayan çok abartılı ifadelerine; ayrıca, Moğollar’la işbirliği yaptığına ve kezâ, -sonunda terbiye edici nasihatler ve ibretli sözler söylese de- eserlerinde bazan müstehcen hikâyeler de anlatmasına kadar bir çok konuda, hele de son yarım asırdır, pek çok tartışılmaktadır. Sadece sözlü olarak değil, ilmî araştırma adı altında bazı akademisyenlerce yayınlanan iddialı kitablara kadar, evet, bir çok tartışmalı hususlar da vardır.
Elbette Celâleddin-i Rûmî de bir insandır ve hata, akıl sahibi insanlar içindir. Ama, onun, ‘Ben hayatta olduğum müddetçe, Muhammed Muhtar’ın hizmetçisi - kölesiyim; Ben onun yolunun tozu- toprağıyım‘ diyen bir kimse hakkındaki suçlamalara nasıl yaklaşmalı?
Bu konuya, bir diğer yazıda daha değinmek gerekir, ama, şimdilik şu kadarını belirtelim ki, o, ‘Hâsıl-ı ömrüm şu üç devreden ibarettir: Hamdım- Piştim- Yandım..’ (Ham budem- Puhte şodem- Suhte şodem..) der.
Celâleddin gibi, ilk gençlik yıllarından beri, gürül-gürül akan bir nehir gibi devamlı şiir söyleyen ve bunların kâtipler tarafından yazılmasına yetişilmesinde güçlük bile çekildiği bir müthiş kabiliyetin ‘hamlık’ zamanlarında söyledikleriyle, -kendi deyimiyle- ‘piştiği ve yandığı’ dönemlerde söylediklerini ve diğer bazı ölçülerini de göz önünde bulundurmak gerekmez mi?
Evet, bu konuya yarın da devam edelim inşaallah..