Evet, hele de günümüz dünyasında devletlerin birbirleriyle olan münasebetleri, kurt kanunu'na, 'kurtlukta zayıf olanı yerler' anlayışına göre şekilleniyor.. Devlet olmanın asırlar boyunca geliştirdiği bir 'çıkmaz'dır, bu.. Devlet olunmadığı zaman ise, gücü olan herkes, daha zayıfları parçalamak anlayışına teslim olurlar. Her devlet, kendisini 'hakk' kavramına göre şekillendirmez, 'hakk' kavramını kendisine göre şekillendirir. 'Devlet demek, yani BEN..' diyen ve 14 yaşında taç giyip Fransa Kralı olan 14. Louis'in, bir savaş için ek vergiler koymak istediğinde, kendisine, 'Efendimiz, devletin imkânları sınırlıdır, bu vergileri kaldıramaz..' diye direnmek isteyen Parlamentoya gelip, elindeki kamçısını sallayarak, 'Ne demek Devlet? Devlet, BEN'im!' (L'État, c'est moi.. /L'eta, se mua!) deyişi meşhurdur.
2 500 yıl öncelerden, Roma hukukunun tedvin edildiği dönemlerden beri hep tartışılan iki kavram vardır, Latince.. 'De Jure' ve 'De facto' (dö jure ve dö fakto)
'De Jure', yani, hayatın ve insanların 'hakk kavramı'na göre şekillendirilmesi anlayışı..
'De Facto' ise, hayatın ve hak kavramının, fiilî duruma, güce göre şekillenmesini esas alan anlayış.. Bu anlayışa göre, güçlüye teslim olursun, barış olur.. Buna 'Pax Romana' (Roma Usûlü Barış) denilir.. Bugün ise, onun yerini 'Pax Americana..' (Amerikan usûlü barış) aldı, aynı mantıkla..
Kelime mânâsı da barış demek olan İslam ise, 'Pax İslamica' (İslam usulü Barış..) formülünü verir bize; 'Şu veya bu güce değil, yalnız Allah'a teslim ol; o zaman barış olur' daveti..
Bugünkü global dünya düzeninde, 'hakk' kavramının, sahib olunan güçlere göre, emperyal güç odaklarının dayatmalarına göre şekillendiği açık.. Onlar bâtıl güçlerini, kuvvetlerine dayanarak 'Hakk' gibi gösteriyorlar. Bunun en açık, en net delili ise, 'Amerikan emperyalizminin , Batı dünyasının ve onların yanında veya rakibi olarak bilinen diğer emperyal veya kendi çapında başka güç odaklarının hayata bakış ölçülerinin güce göre şekillenmesi.. Bütün dünyada olduğu gibi, Filistin'de işlenen bütün barbarlıkların, bütün cinayetlerin, emsali olmayan bir şekilde 'savaş' diye nitelenerek, 75 senedir, yüz binlerce mâsum, savunmasız, çocuk ve kadın ve diğer savunmasız sivil insanları katledilmesinin 'Hakk' gibi gösterilmesi bu konuda en taze örnek.. Ve 'hakk'lı olanlar ise, bâtıl güçlerin sahibi olduğu güçten mahrum oldukları için, kendi 'hakk'larının da bâtıl gibi algılatılmasına zemin hazırlıyorlar..
*
İslâm'da ise, her şeyin 'Hakk' kavramının, Allah'u Teâlâ'nın bildirdiği ölçülere göre şekillenmesi asıldır.
Evet, bizde de, Hz. Peygamber (S)'in dönemi olan ve Asr-ı Saadet ve (Hulefâ'y-ı Râşidîn) diye anılan 4 Halife dönemi sonrasında, 'sultan'lar dönemi geldi.. Sultan, 'sulta sahibi, tasallut eden, gerekli gördüğünde zor kullanan, kararını zorla da uygulayan-uygulatan' demek, ve o dönem de, kılıcı kuvvetli ve serveti en güçlü olanların, 'zor ve zer sahipleri'nin hüküm sürdüğü zamanlar olsa da bile.. bu Müslüman sultanlar, kendilerine 'hakk' ölçüsünü hatırlatan büyük Müslüman âlimler bulunduruyorlardı yanlarında.. Nitekim, Osman Gazi'nin yanı başında Şeyh Edeb Âli vardı.. (Ki, Osman ve Orhan Gazi'nin merhum büyük cetlerimizin, 'sultan, melik veya padişah , hükümdar vs.' diye isimlendirilmeyip, sadece, 'İslâm yolunda verilen savaşlarda, gazvelerde bulunmak' mânâsında , 'Gazi' diye anılmaları ilginçti.)
Kezâ, Yavuz Selim'e, bazı uygulamaları için, 'Bu icraat, 'Şer-i Şerif'e, 'mukaddes şeriat'e aykırıdır..' diyen bir İbn Kemâl' vardı. Onun, verdiği kararı uygulamakta diretmek isteyen Yavuz'a, 'Ben sizin sadece dünyanızı değil, âhiretinizi de düşünmek zorundayım..' demesi meşhurdur. Aynı şekilde, rivayet olunur ki, Sultan Süleyman vefat ettiğinde, vasiyeti açılır. Vasiyetnâmesinde Sultan Süleyman, 'filanca yerdeki kutunun da mezarına konulmasını' istemiştir. Kutunun içinde ne olduğu belli değildir. Ve ulemâ, 'İslâm'da mezara böyle şeyler konulması caiz midir, değil midir?' diye aralarında müzakere ederlerken, kutu yere düşer ve görürler ki, kutuda, Sultan'ın, ulemâ'ya sorduğu konulara, 'Caizdir..' veya 'Caiz değildir..' şeklindeki verdikleri fetvâ'lar vardır. Bu durumu gören ve o dönemin ulemâsının en ünlülerinden olan 'Ebû's-Suûd Efendi'nin, 'Sen kendini kurtarmışsın, Süleyman.. Biz hesabı nasıl vereceğiz?' dediği rivayet edilir.
Elbette, sultanların her yaptıkları yanlışsızdı değildi.. Ama, en azından, yanlarında bulunan fetvâ verici ulemâ dışında, kendi içlerinde, onları çekip çeviren bir 'polis' vardı, yani, kalplerindeki iman gücü.. Ve hatırlayalım ki, icraat mevkıinde olan nicelerinin çalışma mekânlarında da, Kur'an-ı Mûbîn'den, (Onların işleri, istişare iledir..) meâlindeki, 'Ve şâvirhûm fi'l-Emr..' âyeti bulunan kocaman levhalar- tabelâlar bulunurdu.
Evet o dönemleri gördükten sonra, istibdada, diktatörlüğe karşı halkın ekseriyetin iradesini temsil ettiği iddiasıyla, Cumhuriyet denilerek kurulan yeni yönetim sisteminde kimler, Rifat Börekçi gibi kişilere, 'Şu konuda bir fetvâ yaz!' dediğinde, o zavallı, biraz çekinince, kimler tarafından, 'Yaz, yoksa rahatını bozarım..' diye nasıl baş eğdirildiğini veya kimlerin, beğenmediği meclisleri hemen feshedip, kendi emir kullarını, 'Devlet, yani BEN demek!' mantığıyla işbaşına kimleri getirdiğini de burada hatırlatıverelim.
Evet, böyle bir zorba güçlerin tahakkümü altında yaşıyor, insanlık..
*
Ve 8 yaşındaki Narin Güran'ın öldürüldüğünün anlaşılması üzerine..
Diyarbekir'de, kaybolan ve 19 gündür, sayıları binleri bulan araştırma ekiplerince, geniş bir alanda aranan Narin Güran isimli yavrucağın bedenine dün sabah ulaşılmış bulunuyor.. Öldürülüp çuvala konulduğu, bir dere içinde suya yerleştirildiği, üzerine taş yığıldığı ve ağaç dallarıyla da gizlendiği anlaşılmış bulunuyor..
Bu mâsum yavrunun tatlı bakışı zihnime takılmıştı günlerdir ve dün sabah haberi alınca kendimi tutamadım, ve insanlığımdan utandım.. Çünkü, o mâsum yavru, insan görünümlü dört ayaklılarca katledilmişti..
O mâsum yavru için, 'Allah rahmet eyleye..' demiyorum.. Çocuklar zaten mâsumdur, günahsızdırlar, melek gibidirler, kendileri rahmettir.
*