Cem Yılmaz hayranı değilim. Onun yaşam tarzıyla benimki arasında dağlar kadar fark var. O yüzden bu yazıda dile getireceklerimin bunun hesaba katılarak değerlendirilmesini diliyorum.
Cem Yılmaz'ın son gösterisindeki bir bölümü tavsiye üzerine seyrettim. Seyrettiğim kısım gösterinin "Allah diyen aslan" bölümüydü. Gördüğüm kadarıyla bu bölüm sosyal medya üzerinde de oldukça popüler olmuş ve çok sayıda paylaşılıp izlenmiş.
Şöyle diyor Cem Yılmaz: "Millet mucizeyi başka şeylerde arıyor! Sosyal medyada 'Allah diyen aslan' videosu paylaşıyor. Ayıp, vallahi ayıp. Aslan yeteri kadar şaşırtıcı değil öyle mi? Aslanı, kaplanı, panteri, balinası, tavus kuşu var ve sen aslanın Allah demesini hayretle karşılıyorsun! Mucizeyi burada aramak ne terbiyesizce bir şey!"
Cem Yılmaz yeni bir şeyi söylemiyor aslında.
Bu gerçek belki yüzlerce kez dile getirildi.
Peki niye Cem Yılmaz söyleyince birdenbire hit oldu?
Çünkü Cem Yılmaz yukarıdaki yalın gerçeği "sanat" ile harmanlayarak sundu.
Adına ne derseniz deyin: İster gösteri deyin ister tiyatro ister söyleşi...
Sonuçta çok doğru bir şey insanların ilgisini çekecek şeklide sunuldu ve bunda da başarılı olundu.
İşte burada bir fikrin nasıl sunulduğunun önemi ortaya çıkıyor.
Siz isterseniz dünyanın en değerli malzemesine sahip olun, eğer onu uygun bir şekilde ambalajlayıp insanların dikkatine sunmazsanız yeterli ilgiyi göremezsiniz.
Bizim elimizde ise inanç ve hakikatler gibi çok büyük değerler var. Ama maalesef başta kendi çocuklarımız olmak üzere ne mahallemizdeki insanlara ne de diğer insanlara anlatabiliyoruz. Anlatmak bir yana insanları kaçırıyoruz.
Korkutuyoruz onları! Allah'ın gazabıyla, Cehennemle, lanete uğramakla korkutuyoruz. Elimizde bir değnekle işaret edip şunu yapanları, bunu yapanları Cehennemin ta dibine atıyoruz.
Cem Karaca'nın bir röportajında anlattığı anısını hatırlıyorum: "7 yaşlarında camiye gittim. Dizimde ağrı olduğu için bir ayağımı uzatmıştım. Yaşlı bir adamın ayağıyla ayağıma vurmasıyla irkildim. Sonra haşin bir ifadeyle 'Utanmıyor musun, Allah'ın evinde ayağını uzatmış oturuyorsun, kalk!' sözlerine muhatap oldum. Kalktım ve ancak 70 sene sonra camiye dönebildim!"
Oysa sanat ve hoşgörü bizim kadim geleneklerimiz.
Hat sanatı, minyatür sanatı, tuluat sanatı ve daha neler neler...
Maalesef bugün bu sanatlardan hiçbirini insanların beş vakit uğrayıp etkilenmesi gereken camilerimizde göremiyoruz.
Aksine oralarda bağırıp çağıran, sesini yükselten vaiz ve imamlar var maalesef.
Bir şeyi yüksek perdeden söyleyince, sesinizi yükseltince daha iyi anlatmış olmuyorsunuz.
İşte "her camiye bir Cem Yılmaz" demem bunun için.
Vaizlerimiz ve imamlarımızdan elbette şaklabanlık yapmalarını istemiyoruz. Ancak dozunda espri, dozunda mimik ve hareketler anlatılanları akıllarda daha kalıcı ve etkili hale getirecektir.
Z Kuşağı dediğimiz gençliğin, popüler kültür tarafından oluşturulmuş bir dili var. Ve ancak bu dili kullanarak bir gençle iletişime girdiğinizde, onun ilgisini çekebiliyor, ona bir şeyler anlatabiliyorsunuz.
İletişim vasıtalarının gelişerek yaygınlaşması neticesinde farklı kültüre sahip toplum ve bireylerin yakınlaşma düzeyi akrabalığın dahi önüne geçmeye başladı. Dolayısıyla sadece camilerde konuşmuyor din görevlilerimiz. Üstlendiği sorumluluğu hakkıyla yerine getirmek isteyen bir din görevlisi, dijitale yönelik iletişim kanallarının tamamında var olmalıdır.
Gençleri inanç ve değerlerden uzaklaştıran çok neden var. Pek çok yolla dini duyarsızlığa sevk eden dijital yaşam, oluşturmuş olduğu akımlarla "Bilim ve din karşıttır!" algısını yerleştiriyor kafalara. Bu algıya önlem almak maksadıyla "mucize" merkezli anlatılarak birileri cemaati ya da genci etkilemeye çalışırken Cem Yılmaz'ın vermiş olduğu komik örnekler zuhur ediyor.
Popüler kültürün, inanç ve değerlere karşı oluşturduğu engelleri garip mucizeler zikrederek aşabilmek ikna edici değil artık.
Diyanet İşleri Başkanlığı vaizlere ve imamlara "sunum" dersleri verebilir. Hakikati anlatanlar neyi nasıl anlatacakları konusunda eğitilirlerse eminim ki insanların, inanç esaslarına ısındırılması konusunda daha etkili olacaklardır.