28 Şubat darbesinin üzerinden 23 yıl geçti. Henüz bir asrı tamamlamamış “genç cumhuriyet” için hatırı sayılır bir zaman dilimi. Çeyrek yüzyıl handiyse.
Üzerinden bu kadar uzun zaman geçmiş olması, tarihe tanıklık adına hatırı sayılır bir yaşa eriştiğimizin de göstergesi.
O yıllarda üniversite sıralarında olanlar, bugün çocuklarını hazırlıyor üniversiteye.
Ve muhtemelen 28 Şubat bir şey ifade etmiyor onlara. Yaşadıklarımızı anlattığımızda ne demek istediğimizi idrak dahi edemiyorlar.
Başörtüsüyle okula giremiyorduk dediğinizde yüzümüze tuhaf bir nazarla baktıkları oluyordu. 15 Temmuz’u yaşayınca, Meclis’in bile bombalanabildiğini, halkın üzerine kurşun yağdırıldığını görünce ancak 28 Şubat için anlattıklarımıza inanabildiler. Çünkü Türkiye’nin makus tarihi onlara da bir miras bıraktı böylece. Hem de darbelerin en kalleşçesi...
Neyse ki 10 yılda bir demokrasimizi yoklayan darbe tecrübesi nihayet destansı bir halk direnişiyle neticelendi.
28 Şubat’ı anlatamadığımız çocuklarımızla birlikte direniş destanının parçası olduk o gece.
Ve şimdi tarihi önümüze katıp, gelecek mefkuresi yazmak için her zamankinden daha zor bir dönemdeyiz. Çünkü tarihi ne muktedirlerin ne madunların yazabileceği yeni bir çağ bu. Ha bire yeni sürümleri çıkan, kodlarla yazılan, yapay zekalarla çalışan, algoritmalarla konuşan yeni bir çağ.
Belki de en iyisi bu çağa yabancılaşmak...
Bu yüzden 28 Şubat’ı konuşmalı mıyız, çok da emin değilim artık.
O günlere dönüp baktığımda çoğu zaman kendi küçük hayatımdaki engellere takılıyor ayağım.
Sincan’da yürütülen tanklar ya da 28 Şubat günü 9 saat süren o meşhur Milli Güvenlik Kurulu, yahut rektörlere ayrı, gazetecilere ayrı, yargı mensuplarına ayrı verilen irtica brifingleri veya Batı Çalışma Grubu’nun yaptığı fişlemeler, “Gerekirse silah kullanırız” diyen gazete manşetleri değil de kendi küçük dünyamdaki travmalar geliyor aklıma...
Lise son sınıfta beden eğitimi öğretmenimin beni bir kenara çekip “Neden başını örttün ki sen, şekilcilik bu yaptığın” dediği an mesela.
Bahçe kapısına varmadan başımızı açmamız için nöbetçi öğretmenin bizi okul dışında karşılaması, başımdaki örtünün çekiştirilmemesi için cümle kapısına varmadan örtümü çıkarışım, kırışmasın diye itinayla katlayıp metod defterimin arasına yerleştirişim falan...
Bu rutinin, bendeki mahcubiyeti nasıl yavaş yavaş öfkeye dönüştürdüğünü hatırlıyorum bir de...
Sonra üniversite yıllarım...
Başımızı örtebiliyorduk ama okuldaki bir iki hoca dışında hemen hepsi için hem merak sebebi hem de egolarını tatmin edebilecekleri birer denektik.
Refah Partisi 1994 belediye seçimlerinde İstanbul ve Ankara’yı kazanınca öfkelerini bize yöneltmişlerdi. 1995 seçimlerinde RP birinci gelince üzerimizdeki baskı biraz daha arttı. Başörtüsü yasağı da artık kapıdaydı.
Tanklar yürüdü, Güven Erkayalar, Erol Özkasnaklar, Çevik Birler, Karadayılar balans ayarı yaptı, apoletli medya selam durdu, Süleyman Demirel bizleri Arabistan’a kovdu...
Pek çoğumuz gibi ben de her şeye yeni başlayacaktım oysa. Akademisyen olmak istiyordum. Annemin göz nuru ile ördüğü ne kadar dantel varsa satıldı, ben Ankara’ya gidip yüksek lisans yapabileyim sonra da iyi bir toplumbilimci olabileyim diye.
Anneciğimin emekleri benim okul sevdama ziyan oldu yani.
Kız kardeşim okulunu dereceyle bitirmişti. Buna rağmen o benden kolay kabullendi... “Derecemiz Allah katında yüksek olsun” dedi. Diploma da neydi.
Bu hikaye uzar gider... Hem ne ki bunlar; o yıllarda yarım kalmış hayatlarına ne yapsalar da devam edemeyenler var...
Bugün KADEM’in “Böyle daha güzelsin” sergisine gideceğim. 28 Şubat’ın yarım bıraktığı hayatlarla karşılaşmaya...
"Hem unuttum hepsini, hem de bir bir aklımda..."