Geçtiğimiz hafta Meclisteki AK Parti ve MHP gruplarının oylarıyla kabul edilen tezkereyi 2003’deki 1 Mart tezkeresiyle mukayese edip buradan çok anlamlı değerlendirmeler çıkarmaya çalışanlar var. Beyhude bir uğraş içindeler bu arkadaşlar. Çünkü bu iki olay arasında, bırakın ortak bir noktayı, doğru düzgün bir benzerlik bile yok. İsterseniz 1 Mart 2003’ün iç ve dış siyasi atmosferini bir hatırlayın... ABD’de cumhuriyetçiler iktidardaydı. Bu önemli bir ayrıntı. Bundan belki daha önemlisi, 11 Eylül saldırılarından sonra Amerikan dış politika teknesinin dümenini ele geçirmiş bulunan neo-con cemaati ABD kamuoyunda oluşan havadan da istifadeyle Ortadoğu’da bir “macera” aramaktaydı.
O sırada Türkiye’de ise merhum Ecevit’in başbakanlığında Ana-Sol-M hükümeti iş başındaydı. Türkiye bir taraftan ağır bir ekonomik krizden kurtulmanın yollarını ararken bir taraftan da yanı başındaki Irak’a yönelik bir işgal planlayan en önemli müttefikinin bununla ilgili taleplerine cevap vermek durumundaydı. Ekonominin kurtulması uğruna ABD’den gönderilen bir teknokratı Başbakan Yardımcısı yapmayı bile kabul eden koalisyon ortaklarının Washington’dan gelen başka türlü taleplere de hayır diyebilecek halleri yoktu.
Tesadüflerin bir araya getirdiği üç benzemez olan Ecevit, Yılmaz ve Bahçeli’nin Türkiye ve Ortadoğu’daki ABD plan ve stratejilerini anlayabilmek için gereken ortak bir milli siyaset anlayışına sahip oldukları da söylenemezdi. Zaten bir süre önce PKK lideri Öcalan’ı paketleyip bize teslim eden -ve böylece dolaylı olarak Ecevit’in âhir ömründe bir kere daha iktidar yüzü görmesini sağlayan- Amerikalıların niyetleri konusunda rahmetli başbakan “Öcalan’ı bize neden verdiler bilemiyoruz” diyecekti.
Vaktiyle Birinci Körfez Savaşını önlemek için uğraşan, hatta “gazeteci” kimliğiyle Irak’a gidip Saddam’la röportaj yapan Ecevit’in artık ekonomik kriz yaşayan bir ülkenin başbakanı kimliğiyle Washington’a hayır diyebilecek hali kalmamıştı. Dolayısıyla kerhen de olsa birtakım sözler verildi. Ama Ecevit hükümeti Irak’ın işgalini görecek kadar uzun ömürlü olmadı. MHP’nin zorlamasıyla yapılan erken seçimde koalisyonun her üç ortağı da meclis dışında kaldı ve yeni kurulmuş olan AK Parti iktidara geldi. ABD’liler Irak’ın işgali için yardım taleplerini kaldıkları yerden yeni hükümetle görüşmeye devam ettiler. O sırada adli engeller yüzünden milletvekili olamadığı için en azından fiilen hem meclisin hem de hükümetin dışında bulunan AK Parti lideri Tayyip Erdoğan bu savaşta Saddam’a karşı ABD’yle işbirliğinden yana bir tavır almış görünüyordu. Belki de siyaseten başka türlü bir pozisyonda bulunması mümkün değildi. Ne var ki ABD tarafının özellikle Kuzey Irak’taki PKK varlığı konusunda Türkiye’nin hassasiyetlerini görmezden gelen tutumu iktidar partisinde de kuşkulara yol açmıştı. Neticede tezkere reddedildi biliyorsunuz.
Bugünkü tezkerenin ise o günkü tezkereyle benzerliği yok. Bir defa ABD bir kara harekâtı yapma niyetinde değil. Zaten Obama kendinden önceki Bush yönetiminin müdahaleci dış politika anlayışının yol açtığı sıkıntılardan ülkesini kurtarma vaadiyle iktidara gelmişti ve sonra da ABD’nin stratejik önceliğinin Ortadoğu yerine Asya-Pasifik havzası olarak belirlendiğini deklare etmişti. Dolayısıyla dünyanın yegâne küresel gücünün ne Irak’ta ne Suriye’de sıcak bir savaşa muharip unsurlarını dâhil etmesini beklemek gerçekçi değil. Gerekirse, daha önce Libya’da yapıldığı gibi, silahlı müdahaleye hevesli müttefiklerini öne sürerek bir askeri operasyon gerçekleştirebilir tabii. Ama IŞİD’in yol açtığı bölgesel krizin ABD’nin müdahalesini ve bir savaşı göze almayı gerektirdiği şeklinde bir görüşün Washington’da fazla taraftarı olmadığı ortada. Konuya buradan bakıldığında Türkiye’nin ABD öncülüğünde oluşturulan koalisyona katılması veya yardımcı olması çağrılarının 1 Mart 2003 öncesi günlerdeki ABD talepleriyle bir tutulması yanlış olur.
Türkiye zaten IŞİD tehlikesinin bertaraf edilmesini istiyor. İç kamuoyunda da 1 Mart’taki gibi ciddi bir mukavemet yok. Sadece IŞİD bahane edilerek başka hesapların görülmesine aracılık etmemeliyiz deniliyor. Bir de bu örgütün ortaya çıkıp palazlanmasında asli olarak kimlerin günahı varsa taşın altına öncelikle onlar ellerini koysunlar isteniyor. Tezkereyi Meclis’ten geçiren hükümetin de bu yetkiyi Suriye’deki artık kangren olmuş sorunu tek başına halletmek üzere kullanma niyeti taşıması düşünülemez. İleri sürülen şartların Türkiye’nin özgül problemlerinin ifadesi olarak görülmesi gerekir.
Türkiye’nin asli meselesi PKK tehdidi... Hepimizin destek verdiği ve ümit bağladığı çözüm sürecinden vazgeçmek söz konusu değil. Ama bir taraftan çözüm sürecine çeşitli sebeplerle mecbur olan ama bir yandan da süreç sonuçlandığında siyasi gücünü büyük ölçüde kaybedeceğini gören PKK yönetici kadrolarının ilk fırsatta çözüm sürecine ihanet edebilecekleri akıldan çıkarılmıyor. Nitekim Suriye’de oluşan karmaşada belirli bir arazi üzerinde “ekolojik, feminist, komünal ve kantonal Kürt devleti” projelerini hayata geçirme fırsatı bulduklarını düşününce çözüm sürecine ihanet etmekte bir an tereddüt göstermediler. Bu uğurda ülkeyi ateşe vermekten çekinmediler. Demek ki hükümete yöneltilen “hem çözüm sürecini sürdürüyorsunuz hem de tezkerede PKK tehdidinden söz ediyorsunuz” eleştirileri haklı değilmiş.