Türkiye’deki politik ve kültürel kamplaşma bugünlerde bizi fazlasıyla meşgul ediyor ama çok fazla uzağımızda olmayan bir coğrafyada yaşananlar hem bizdeki kamplaşmanın korkulacak kadar ciddi olmadığını gösteriyor hem de milli çıkarlarımızı yakından ilgilendiren gelişmelerin hiç umulmadık noktalardan karşımıza çıkabileceğini...
Ukrayna’da yaşananları ne sadece ülkenin iç dinamikleriyle ne de tek başına dış güçlerin müdahaleleriyle açıklamak yeterli. Bir tarafta uluslararası güç bloklarının çıkarlarının çarpıştığı bir alan var karşımızda. Diğer tarafta ise kültürel anlamda ikiye bölünmüş bir toplumsal yapı.
İkincisinden başlayalım... Ukrayna toprakları bugün esas itibarıyla iki büyük etnokültürel kimliğe ev sahipliği yapıyor. Biri Ukraynalılar, diğeri Ruslar ve Ruslaşmış Ukraynalılar.
Konuştukları dilden mensup oldukları kiliselere kadar ciddi farklılıklar taşıyan topluluklardan söz ediyoruz. Dolayısıyla bunlardan birinin Rusya’nın himayesi altında bir Ukrayna istemesine mukabil diğerinin Avrupa’nın himayesinde bağımsız bir devlet olarak varolmayı arzu etmesi şaşırtıcı değil.
Eşyanın tabiatı gereği, uluslararası güç blokları da ülkede yaşanan bölünmeden kendilerine bir pay çıkarma peşindeler. Dolayısıyla, zaten birbirlerinden bağımsız olmayan, iç dinamiklerle dış dinamikler bir araya gelince bugünkü tablo ortaya çıkıyor.
Ukrayna toplumunun jeokültürel bölünmüşlüğünü tarihi arka planı içinde izah edebilmek için 2004 yılındaki ilk kriz sırasında yazdığım bir yazıdan alıntı yapacağım:
“Ukraynalılar aslında Ruslarla ‘yakın akraba’lar. Rus milleti üç kısma ayrılıyor: Velikoruslar, bugünkü Rusya ahalisi; Maloruslar, Ukraynalılar; Belaruslar, Beyaz Ruslar... Her üçü de aynı ırka mensuplar, ama farklı kültürleri ve ayrı dilleri var. (...) Tarihteki ilk Rus devleti sayılan Kiev Prensliği, Slav ırkının en kalabalık grubu olan bu halkın Ukrayna kolu tarafından kurulmuş ve Moskova havalisindeki Slavlar da iki-üç yüzyıl boyunca bu devletin otoritesi altında yaşamıştır.
Kiev Prensliğinin Moğollar tarafından yıkılmasından yaklaşık iki yüzyıl sonra -kendilerine ‘velikorus’ (Büyük Rus) diyen- Moskova kolunun teşkil ettiği çarlık devleti ise daha uzun ömürlü çıktı ve hatta bugün de başka bir ad altında hayatiyetini devam ettiriyor.
Kiev prensliğinin yıkılmasından yedi yüzyıl sonra, 1991’de bağımsızlıklarına kavuşmuş olan Ukraynalılar, bu arada Litvanya ve Polonya gibi komşu ülkelerin yönetimi altında yaşadılar. Kısa bir süre Alman işgalini de gördüler. Ama en fazla yakın akrabaları Rusların egemenliği sürdü. Ukraynalılar hem çarlık döneminde hem de Sovyet döneminde Ruslar tarafından ikinci sınıf vatandaş muamelesine tabi tutuldular. Dolayısıyla, Sovyet imparatorluğunun çözülmesi aşamasında bağımsızlıklarını kazanır kazanmaz Rus hegemonyasından kurtulmak amacıyla batı dünyasına entegre olma çabasına girişmeleri şaşırtıcı olmadı.” (“Ukrayna’da Kim Kiminle Savaşıyor”, Gerçek Hayat, 3 Aralık 2004)
Ne var ki Ukrayna’da bir başka Ukrayna daha var... Yine aynı yazıda Ukrayna’nın demografik ve kültürel yapısı hakkında şu bilgiler de yer alıyordu:
“Ukrayna’nın demografik yapısı -bütün eski Rus sömürgelerinde olduğu gibi- çok karmaşık. Batı bölgelerinde Katolik ve Uniat (Roma Papalığının otoritesini kabul eden Ortodokslar) Kilisesine mensup topluluklar var. Kültürleri itibarıyla Orta Avrupa sahasına yakın görülen bu nüfusun tamamı ile merkez bölge ahalisi kısmen Yuşçenko’yu destekliyor. Diğer taraftan, Rus nüfusun yoğun olarak meskûn bulunduğu ve yerli halkın da çoğunluğunu Provoslav (Ortodoks Kilisesine bağlı) unsurun oluşturduğu doğu bölgesinde Yanukoviç’e verilen desteğin oranı yüzde doksanların üzerinde seyrediyor.”
On yıl önce kaleme aldığımız yazıda dile getirilen tarihi ve kültürel gerçeklerin bugünkü olayların prizmasından ifade ettiği anlamı özetleyecek olursak, ülkedeki politik kamplaşmanın büyük ölçüde kültürel bölünmüşlükten beslendiğini görmek gerekiyor. İkincisi, kavganın gerçek tarafları Ukraynalılardan ziyade Rusya ile Avrupa.
Ukrayna’nın bölünmesine ilişkin senaryoları ve muhtemel gelişmelerin hem Türkiye için hem de oradaki Kırım Tatarları için ne gibi riskler doğurabileceğini bir başka yazıda tartışalım...