Mobil telefonuma üst üste yığılan mesajlar, Cizre’den yükselen imdat çığlıklarını haykırıyordu. Nur ve Sur mahallerinde kıstırılmış akrabalarının can havlinden bahseden avazlarla... Ben o sırada Nürnberg’teki kitap fuarındaydım ve masamın etrafında birikmiş gurbetçilerimiz de PEGİDA aracılığıyla Avrupa’da yeniden yükselen ırkçı dalgadan şikayetlerini dile getiriyorlardı.
Konuyla ilgili birkaç tweet yazınca sosyal medya üzerinden... Cizre’ye niçin sessiz kaldığım, Kürtlerin sorununu görmezden mi geldiğim sorgulandı. Tevfuk! Aynı anda Nürnberg’te PEGİDA’yı şikayet eden iki öğretim görevlisi de Kürt’tü... Bunu şu yüzden zikrediyorum; ateş düştüğü yeri yakıyor elbette ama tanıklığımız ve sesimiz “insan”dan yana olmalı, etnik hassasiyetlerimiz bizi çoğu kez “kör alan”a mahkum ediyor.
“Arındırma”ya, etnik kimliğe bakmadan karşı durma dirayetini gösterebilmeliyiz...
***
Akil Heyet olarak görevimiz bitti ama üç ay boyunca yaptığımız vazifeden sonra bana kalan ders; metanetle, sabırla, dirayetle ilgili. İnsan onca birikmiş acının içinden geçerken, pek çok kelimesinden vazgeçiyor, o dönemde dinlediklerimden dolayı ağzımdan kan gelerek gezmiştim günlerce. Sadece haber yazmak, analiz yapmak değil, barış çözümüne zarar vermemek adına dokuz susup bir konuşuyorsunuz. Kalbimin ve ruhumun aldığı derin yaralanmadan sonra, sevgili Halime Kökçe gibi yurtseverlik görevi de veremiyorum kendime... Zaten siyasetçi de değilim, her şey yolunda gidiyor, her şeye hakimiz görüntüsü sağlama zorunluluğum yok nasılsa... Hz. Ali’nin söylediği gibidir halim; Konuşmadıklarım, konuştuklarımdan çok fazladır...
***
Cizre’de yaşananlar, Hüda-Par özelinde aslında hepimize yaşatılanlar, 6-7 Ekim faciasının çok benzeri. Hatip Dicle kusura bakmasın, işi sürekli kışkırtıcıların üzerine atarak, sorumluluktan kaçınmanın imkanı yok. Telafisi de yok. Bıktırtarak, terk-i diyar ettirerek, nefret ettirtmeyi sağlayarak, negatif anlamda çözümden umut kestiren bir oyun düzeneğiyle karşı karşıyayız. Yani hem 6-7 Ekim vahşeti, hem Cizre, çözümü istemeyen Kürt kesimin, çözüm ve barış arayışındaki Kürt kesime karşı ortaya koyduğu bir stratejidir.
Maalesef çözüm ve barışı isteyen Kürt kesim, bu konuda çoğu kez ikircikli tavır sergiliyor, pazarlıkta el yükseltebilmek için, zaman zaman çözümü istemeyen Kürt kesimin çıkarttığı sorunlara yaslanabiliyor. Peki bu kararsız ve ikircikli tutum nasıl bir sonuç getiriyor?
Başta taraflar arası güvensizlik. Ardından toplumsal manada umutsuzluk. Taraflar arası güvensizlik bir dereceye kadar normaldir çözüm süreçlerinde. Duraksamalar, hatta geri gidişler de olur çözüm/barış çalışmalarında.
Lakin ben ikincisini daha fazla önemsiyorum, “duygusal kopuş” denen hadiseyi sinsi sinsi beslediği için. Kürt olmak, potansiyel suçluluk gibi algılandı neredeyse 100 yıllık bir uluslaştırma projeksiyonu çerçevesinde. Ve haklı olarak Kürtler buna karşı çıktı, varoluşsal sebeplerle veya eşit vatandaşlık talepleriyle, haklı bir karşı çıkıştı bu...
Ama 6-7 Ekim faciasında ve son Cizre olaylarında, Kürtlükle ilişkilendirilen potansiyel suçluluğa karşı çıkışı değil, başka bir şeyi görüyoruz: “Evet, biz buyuz” diyor açık ve pervasız şiddet... Hatta o kadar ki; İslami hassasiyeti olan Kürtleri de kabul etmiyoruz şeklinde spesifik bir şiddet stratejisidir sahneye konan... Bu tavır herkesin gözü önünde apaçık sergileniyor. Hasıl olan bıkkınlıksa, sadece Kürtler adına değil, toplumsal manada umutsuzluğu perçinliyor. Kürt olsun olmasın tüm mütedeyyin kesimi, barış dışına atmak anlamına geliyor bu .
“Ötekileştirici” Kürt şiddeti, “ötekileştirici” Türk şiddetinden daha evla değil... Tıpkı Avrupa’daki ırkçı vahşetin Anadolu’daki bizler için önemsiz ve uzak olduğunu düşünmenin yanlışlığı gibi bir şey bu.
Bu gece Mevlit Kandili, Alemlere Rahmet Peygamber Efendimizin (s) selamet öğretisi, kalplerimizdeki kör noktaları açsın inşallah... Çünkü barış, gönül işidir.