Bu hafta aklımda başka bir hikaye vardı lakin perhizimi bozup hamur işini abartınca aklıma Fırıncı Haşmet’in işleri geldi.
Haşmet’i fırına çırak verdikleri günleri ben hatırlarım. O günlerde bir yere çırak verilmek demek o yerden bir ömür ekmek yiyeceksin demekti. Gerçekten de Haşmet fırıncılıktan ekmek yedi, yurt yuva sahibi oldu. Ama Haşmet ekmek yeme işini gerçek manasında anlamış olacak ki sürekli bir şeyler yerdi. Fırıncılıktan geçim etmeyi belleyip kendi fırınını açtığında yirmili yaşlarının başındaydı ve yüz yirmi demişti kilosu.
Fırını zaten gece gündüz açıktı. “Fırıncının uykusu tekne başında” diye de bir laf uydurmuştu eve gitmek nedir bilmeden didinirdi. Derler ki çalışırken yanına bir sürahi bal şerbeti alır ekmeğin içine de peyniri yatırır hem çalışır hem yermiş. Doktorlar demişler ki bu hızda yersen kırk yaşını göremezsin. Haşmet kırk yaşımı göreyim diye azıcık perhiz yaptıysa da sonradan, “esas yemezsem öleceğim” diyerek tekrar ballı şerbetli, kaymaklı helvalı menülerine geri döndü.
Bazen derdim ki yahu bu çocuk fırında çalışmasaydı da bu kadar yer miydi? Çünkü fırından çıkan ekmek, simit, poğaça insanın aklında yemek içmek yoksa da yemek içmek getirir.
Haşmet kiloları ile dabıl dubul bir hayat sürerken askerlik çağı geldi. Askere çağırdılar ama baktılar ki Haşmet basküllere sığmıyor. Askere almadılar. Haşmet üzüldü bu duruma ve üzülünce yaptığı gibi yemeyi artırdı. Askerlikten hayal kırıklığı yaşadığı günlerden bir gün ben de öğle yemeği saatinde fırındaydım. Beni de sofraya buyur etti. Yok demek olmadı oturdum. Haşmet yemek yerken o kadar özenerek yiyordu ki zannedersiniz her lokmasıyla şiir yazan bir şairdir. Gözlemeleri bir dürüm yapışı vardı ki incitmeden, sarsmadan, gözleme yer gibi değil de ninni söyler gibi bir hafiflikte sarıyordu dürümlerini. Dürüm sarılınca bir ucunu bala batırıyordu. Bal ile buluşup gevşemiş olan gözleme biraz titreyerek kendine geleceği sırada Haşmet ilk lokmayı alıyordu. Lokmalarını iki üç kere devaran ettirip yutarken yanaklarından ter damlacıkları el ediyordu. Sonra o terini omzundaki peşkir ile siliyor ve ikinci dürüme başlıyordu. Dürümleri sararken serçe parmaklarını bir büküşü vardı ki gelinlik kızların serçe parmağı bile bu kadar asil değildir. Onu seyretmek yemekten daha lezzetliydi. “Sana afiyet olsun Haşmet haydi ben kaçtım” diyerek sıcak fırından çıktım. Dışarıda hafif yel değdi de kendime gelebildim. Haşmet’in fırın herkesin her adımda bir şeyler yediği kötü bir rüya gibiydi.
Gel zaman git zaman Haşmet’in evlilik çağı geldi geçiyor diye başta annesi babası olmak üzere tüm mahalleyi bir telaş aldı. Haşmet’in boyuna göre değil enine göre kız arıyorlardı doğal olarak. Sonra kimin aklına geldiyse falanca köyde bir Şükran var dediler. Haşmet için kız arayan mahalledeki hayır sahibi kadınlar yola düştüler o köye gittiler. Şükran kızı gördüler. Boylu poslu, kaşı gözü yerinde ve et kemik hesabına vursan yaşıtlarından üç kat daha azametliydi Şükran. Pek hoşlandılar ama bir de yemek yiyişini görelim Haşmet’e ayak uyduramazsa durumu zor diyerek bir sofra kurup Şükran’ın seyrine durdular. Şükran; “Sofra kurulacağını bileydim sabah dört bazlama ile yarım kilo peyniri yemezdi tüh” demiş. Ama yine de sofradaki herkesi seyretmekle doyuracak kadar güzel bir yiyişle silip süpürmüş her şeyi. Haşmet’in annesi duygulanmış. “Nihayet Haşmetimin dengi bir kız bulabildik. Aman Şükran’ı kaçırmayalım” diyerek hemen o hafta nişan taktılar. Haşmet’e bir damatlık elbise dikildi ki kumaşı hesaba vursan misafir odasına perde ile koltuklara kılıf olacak kadar kumaş harcandı. Derler ki Şükran gelinlik provasında aşure kaşıkladığı için gelinliğin bazı yerlerinde aşure izi varmış.
İki iştahlı genç bir araya gelip yuvalarını kurunca mahalleye bir rahatlık geldi. Şükran kısa zamanda börekli çörekli günlerin aranan elmanı oldu. Haşmet’in sevimliliği Şükran da da vardı. Bu güzel yuvaya Rabbim iki de çocuk gönderdi. Çocukların büyüğü kız ki adını Haşmet’in anasın adı olan Dürdane koydular. Kız inci tanesi demek olan adına yaraşır şekilde tostoparlak idi. İkinci çocuk yani oğlana da Haşmet’in babasının ismi olan Hamdi dediler. Ve Hamdi babasının aynısı idi. Haşmet diyordu ki bu çocukla benim marka model aynıdır. Bir tek ölçüsü farklı ben beş x larç isem o da sımoldur.
Haşmet yedi içti gezdi tozdu Şükran ile hep huzurlu hep neşeli bir hayatları oldu. Sonra televizyonlara çıkan diyetisyenlerin kilo ile alakalı lafları yuvarlandı hayatımıza. Haşmet ile Şükran mahcup çocuklar gibi de olsa yemeye devam ettiler. Ben de merak ederdim nasıl bu kadar yemelerine rağmen hâlâ ayaktalar diye. Mahalleden bir arkadaş dedi ki “Hem Haşmet abim hem Şükran yengem sürekli çalışırlar da ondan yediklerini hazmederler. Hem yeseler hem otursalar kırk yaşını zor bulurlardı. Doğru söze ne denir. Hem yediler hem çalıştılar vesselam...
Haşmet ile Şükran’ın hayatı kadar huzurlu, mutlu bir hayat dilerim efendim...