Dünkü STAR’da Mustafa Akyol her zamanki sakin üslubu ve ılımlı yaklaşımıyla “Hizmet’e Dostça Bir Eleştiri” yazısı (daha) yazdı. Gerçi Gülen Cemaatini yönetenlerin bugün itibarıyla artık “dostane uyarılara” kulak vermesini beklemek hayalcilik gibi görünüyor. Ama “bu konuda üzerimize düşen vazifeyi yerine getirdik” diyebilmek için son ana kadar uyarılarda bulunmak, hiç değilse hâlâ halis niyetlerle oralarda olan bazı insanların aslında bilmeden neye hizmet ettiklerini anlayabilmelerini göstermek açısından önemli.
Akyol yazısında vaktiyle Hanefi Avcı olayı patladığı sırada cemaat mensuplarına yönelttiği yine dostça eleştiri ve uyarıları da hatırlatmış. Ne yazık ki dikkate alınmayan, kulak arkası edilen o iyi niyetli uyarıları... Tam o günlerde ben de “dostça bir uyarı” yazısı yazmıştım. Mümkün olduğunca nazik bir dille “... bugün Hanefi Avcı hakkındaki kamuoyu kanaati ‘Emniyet teşkilatındaki cemaat örgütlenmesi aleyhinde kitap yazdığı için bir intikam operasyonuna maruz kalan polis müdürü’ şeklindedir. Bu algı hem emniyet, hem yargı hem de cemaat adına kaygı uyandırmalıdır” ikazını yapmış, “Çünkü Avcı’ya yönelik operasyonun yazdığı kitapla ilgisinin olmadığına hiç kimseyi inandıramazsınız. Mamafih, bu konuda zaten fazlaca bir ikna çabasına da lüzum görülmemesi çok daha rahatsız edici”demiştim. (“Hanefi Avcı’ya Yapılan”, STAR, 30 Eylül 2010)
O yazının son cümleleri ise şöyleydi: “Önceki tecrübelerim dolayısıyla, bu yazdıklarımın da ‘dostane eleştiri’ olarak algılanmayacağını tahmin ediyorum. Ama kırılsalar da, kızsalar da, defterlerinden silseler de kendilerini hoşnut edecek şeyler söylemeyi değil, dostlarımı uyarmayı tercih ederim. Zira öncelikle o harekete gönül vermiş yüz binlerin hayalleri yıkılmasın, emekleri zayi olmasın istiyorum.”
***
Herkesin bildiği ve gördüğü gibi, bizim o günlerdeki dostane uyarılarımız işe yaramadı. Bu harekete gönül vermiş insanların iyi niyetli, halis gayretleri ve dualarıyla bir yerlere gelmiş olan cemaat “hoşgörü, barış, kardeşlik” temalarını bir yana bırakıp militan bir söyleme sarıldı; dini bir cemaat gibi değil alenen siyasi bir örgüt gibi, hatta bir istihbarat örgütü gibi faaliyet gösteren bir yapı görünümü aldı.
Şimdi daha iyi anlaşılıyor ki Fethullah Gülen’in ABD’de ikamet etme tercihinin neticesiydi bu tutum.
Bu süreçte, daha önce yine başka bir yazımda ifade ettiğim gibi, “herkesin desteğini ve sevgisini kazanan hoşgörü şampiyonluğundan herkesin düşmanlığını celbeden kavgacı bir yapıya dönüştü” cemaat. Dostça uyarılara da düşmanlıkla cevap verdiler. Kendilerine “durun, yanlış yapıyorsunuz”diyenlere karşı en çirkin hakaretler, en akıl almaz iftiralar devreye girdi.
Adeta bir “intihar bombacısı” psikolojisi içinde karşı tarafa zarar vermek uğruna kendilerini de ortadan kaldıracak bir süreci tırmandırmayı tercih ettiler.
Başbakan Erdoğan’ın geçen günkü grup toplantısında kullandığı “Haşhaşîler” benzetmesi işte bu durumu ifade ediyor. 11. asırda Hasan Sabah isimli bir şeyhin yönetimindeki bir tarikatın üyeleri özellikle işgalci Haçlı güçlerinin zararlı gördükleri siyasi liderleri ve devlet büyüklerini ortadan kaldırmaya yönelik suikast eylemleriyle tarihe geçmişlerdir. (Hatta batı dillerindeki suikast anlamındaki “assasin” kelimesi bile “Haşhaşin” yani Haşhaşîler teriminden gelir.)
Gülen Cemaati sözcüleri Başbakan’ın yaptığı bu benzetmeyi doğal olarak reddediyorlar. “Biz kimseye suikast yapmıyoruz” diyorlar. Ama Hanefi Avcı’ya yapılan da, İlker Başbuğ’a yapılan da, Hakan Fidan’a yapılmak istenen de bir çeşit suikast değil midir? Daha da ötesi bu suikast girişimleri hangi amaçla, neyin karşılığı olarak, kimlerin çıkarlarına hizmet için yapılmaktadır?
Gülen Cemaatini yöneten kadrolara artık bir uyarıda bulunmanın vakti geçti. Ama bu yapıya “dinî ve millî hizmetler yapılıyor” diye destek veren halis niyetli insanların bazı basit gerçekleri görmelerini sağlamak lazım.