Çok değil bir yıl önce, Doğu ve Güneydoğu’da en çok duyduğumuz şey, çözüm süreciydi. Şimdi ise bölgeye gidip çeşitli toplantılar yaptığınızda en çok duyduğunuz şey üç kelimeden meydana geliyor:
Hasar Tespit Komisyonu.
Mardin, Şırnak ve Diyarbakır’da geçirdiğim dört gün içinde gördüklerimi, duyduklarımı ve dinlediklerimi bugün ve yarın sizinle paylaşmak istiyorum. Ama yazıya başlarken, bu üç kelimenin halk içinde en çok duyulan kelime olduğunu söylemek isterim.
Hasar
Tespit
Ve Komisyon..
***
Devletin ilgili kurumları ve sorumluları halkla, sivil toplumla bir araya geliyor ve hasar tespiti yapıyor.
Bir kabustan kan ter içinde uyanır gibi bu komisyonlar, zarar ziyanı tespit için harıl harıl çalışıyorlar.
Fiziki zararlar karşılanır elbette, erken veya geç. Ama ya halkın ruhuna kazınan, yüreğinde açılan yaralar, onları işte kapatmak oldukça zor ama imkansız da değil.
***
İnsan ruhuna, insanın çeşitli biçimlerde kırılan onuruna iyi gelecek ‘teknik’ komisyonlar maalesef dünyanın hiçbir yerinde henüz inşa edilebilmiş değil. Sabırla hareket edip, travma yaşayan halkla gönüldaşlık yaratmayı bilmek lazım.
Bu çerçevede, Diyarbakır’da, Sur mağdurlarını kapı kapı dolaşıp ziyaret eden, bilhassa kadınlara ve çocuklara psikolojik destek sunan, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın uzman kadrosuyla bir araya geldik ve gözlemlerini dinledik. Türkiye’nin dört bir yanından çıkıp gelmişlerdi. Belki daha önce hiç gelmedikleri ve hakkında çok fazla bilgi sahibi olmadıkları bir şehre gelmiş ve Sur felaketini yaşayan ailelerle buluşmuşlardı.. Gözlemleri sağlam, tespitleri yerindeydi.
***
Anlattıklarına göre,
- İlk başlarda bu ailelerin tepki vereceklerini düşünüyorlardı, hem sonra tepkiyle karşılaşsalar bile, bu tepkiyi gösterenlere hak vereceklerdi, çünkü yaşananlar hakikaten korkunçtu. Sur halkı buna rağmen, suçlu aramıyor, bir an önce eski normal hayatına dönmek istiyordu.
(Bu gözlem bir tartışmaya yol açtı.. Sur halkı, bu yıkıma sebep olanlar belli olmasına rağmen, acaba, neden suçlu aramıyordu, bunca felakete rağmen, suçluyu tanımlamaya yanaşmamak, koşullar oluştuğunda acaba suçun yeniden ve daha pervasızca işlenmesine yol açmayacak mıydı diye sorulabilir elbette.. Bu durumu sadece PKK’nin güçlü propaganda faaliyetleriyle ve engellemeleriyle açıklamak çok doğru olmayabilir. Sur halkı ve Bağlar halkı arasında bile bu konuda farklı tutumlara tanık olduk. Bağlar halkı, eğer Sur deneyi Diyarbakır’da yaşanmamış olsaydı, belki de Sur’dan daha beter bir kötülüğün hedefi haline gelecekti. Ama Bağlar halkı, Sur normale döndüğünde, Bağlar’ın Sur gibi bir şiddet ve terör alanına dönüşmesine ilk günde açık bir tavır koydu ve ikinci bir Sur’un yaşanmasına izin vermedi. Tıpkı Kızıltepe halkının, ikinci bir Nusaybin’e izin vermemesi gibi. Galiba hem Nusaybin, Cizre hem Sur halkının farkına varamadığı veya teşhis edemediği şey, siyasi olarak oy verip desteklediği bir hareketin, gün gelecek böyle bir kötülüğe imza atacağına inanamamasıdır. Şapka düşüp kel göründüğünde ise olan olmuştu. Kürt halkı da başka yerlerde- Sur, Cizre gibi- hayata geçirilen bu ölümcül senaryoyu ve uygulamalarını gördü ve önlem aldı.
Bazı yerlerde, mesela Bağlar’da yaşayan bir vatandaşın, HDP milletvekili Ziya Pir’in devleti ısrarla suçlamasına karşı söylediği şu sözler, halkın kendini artık sıradanlaşmış şiddet ve teröre karşı korumaya çalışmasının ve suçluyu doğru yerde aramasının bir ifadesidir:
“Kırk yıldır burada yaşıyorum, devlet hiçbir zaman evime roket atmadı. Biz HDP’ye PKK gelsin evimizi başımıza yıksın diye mi oy verdik?”)
***
Uzun bir parantezden sonra, psikolojik destek için Diyarbakır’da mesai yapan gençlerimizin ikinci ve önemli gözlemini paylaşmak istiyorum:
- Sur mağduru çocukların kopamadıkları oyuncakları maalesef oyuncak silahlardı. Oyuncak silahlara duydukları ilginin elbette anlaşılır sebepleri var. Yıllardır şiddet ortamı içinde yaşamaları, alabildiğine sarsıcı bir yoksulluk ve okul öncesi olsun, sonrasındaki öğretim sürecinde olsun, hala giderilememiş anadil gibi, doğru iletişim gibi sorunların varlığını sürdürmesi, çözülememesi..
***
Sur’un fiziki inşasından çok daha önemli ve çok daha kuşatıcı sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu görmemiz lazım. Sur, Cizre, Silopi, İdil ve daha sonra da Nusaybin ve Yüksekova’nın ihyası veya yeniden inşası, son kırk yılın belki de son yüzyılın travmalarıyla yüzleşmek ve bu travmalarla hesaplaşmak için bir fırsata da dönüştürülebilir.. Yoksa bunca emek ve çaba, bir şeylerin yine de yarım yamalak kalmasına, travmatik bir ortamın varlığını sürdürmesine yol açabilir ve biz on yıl sonra geriye dönüp baktığımızda nerede hata yapmıştık sorusunu sormak zorunda kalabiliriz. Konuya yarın devam edeceğim..