Pek çok gazeteden pek çok arkadaşın Hasan Cemâl için, Yahyâ Kemâl’in o meşhur deyişiyle “hâmelerini seyf-i meslûl etmeleri” fevkalâde merdce ve saygıdeğer bir davranış. Yâni “kalemlerini kınından sıyrılmış kılıçlara çevirmeleri”ni kasdediyorum.
Sırf politik iktidar sâhiblerinin hoşuna gitmeyen şeyler yazdıkları için onları patronlarına şikâyet ederek yazarları kovdurmak benim kanaatimce de şık bir davranış değil. Bu tür meslekdaşlara sâhib olmak insana güven ve iftihar veriyor. Bir cins mazhariyet bu! Helâl olsun bizlere ve bu arada bana ki böyle karlı dağlar gibi sırtımızı yaslayacağımız arkadaşlarımız var diyeceğim ama acabâ “ben” de diyebilir miyim husûsunda biraz mütereddîdim. Çünki bu mazhariyetden kimlerin yararlanabileceği meselesini tam olarak kavrayabilmiş değilim. Meselâ bundan birkaç yıl evvel, Mesut Yılmaz adlı bir başbakanımızın devr-i saâdetinde, onun pek hoşlanmadığı bir yazı yazmak haddini bilmezliğinde bulunduğum için, mûmâileyhin şikâyeti üzerine “Milliyet”deki sütûnumdan tek bir telefonla kovulmuşdum ama değerli meslekdaşlarımdan hiç biri zahmet edip buna dâir tek bir cümle yazmak lûtfunda dahî bulunmamışdı. Îmâ yoluyla bile!
Yanlış hatırlamıyorsam o sıralar “Milliyet”in Genel Yayın Yönetmeni, çoook eski “Cumhûriyet” senelerinden sevgili arkadaşım Yalçın Doğan’dı. Aramızdaki bu kıdemli hukuk dolayısıyla da kovulduğumu bana sekreteri vâsıtasıyla değil bizzat kendi açarak bildirmek zerâfetinde bulunmuşdu. Ben buna Osmanlı inceliği derim. Öyle ya, yontulmamışın biri olsa alt katlardan başka biri açıp “Mütebâkî alacaklarınızı iseönümüzdeki günlerden birinde kapıcıya uğrayıp alabilirsiniz. O yukarıya haber verir. Biride getirip paranızı verir.” bile dedirtebilirdi.
Zâten ben eski Cumhûriyetçilerin bu haddeden geçmiş nezâketine meftûnumdur.
Bir keresinde “Cumhûriyet”den de kovulmuşdum. O sıralar da Gazete’nin Genel Yayın Yönetmeni (tesâdüfün de böylesi!) Hasan Cemâl’di. İyi mi?
Yine bir yazım “zülf-i yâre” dokunmuş olduğu için (bendeki de şans hani!) o zaman da kovulmam gerekiyordu. Bir albayın telefonla verdiği tâlîmât üzerine!..Gençler bilmez; bu ülkede bir zamanlar askerlerin borusu yüksek öterdi...
Ne hazin tecellîdir ki o zaman da bu durumu sözkonusu eden tek bir satır dahî yazan olmamışdı.
Ama şimdi, Cenâb-ı Hakk’a binlerce şükürler olsun ki artık bir gazeteci şey edilince başka gazeteciler de mukaabeleten şey edebiliyorlar!
Ben buna da şey ediyorum.
Ya hâlâ bunu bile şey edemeseydik?
Bu arada Ertuğrul Özkök de güzel bir yazı kaleme almış. “Yenilmez gazeteci HasanCemâl” tâbirini kullanıyor dünki sütûnunda. Ben önce öfkelendim. Az kaldı arayıp kendisiyle münâkaşaya girişecekdim ki son anda ayıldım: Meğer o “yenilmez” derken “yenilip yutulmaz” anlamına değil “mağlûb edilemez” anlamına kullanmış o kelimeyi!
Keşke, diye düşündüm, ben de kendim hakkında böyle bir değerlendirme yapabilseydim.
Oysa ömrüm boyunca ne yenilgiler tatdığımı saymaya kalksam yerim yetmez.
Allahdan Alman, İsviçre ve Avusturya radyolarıyla tv’lerine programcılık ve politik yorumculuk yapıyordum da o sâyede mâlî müzâyakaya düşmekden kurtuldum.
Bağlayacak olursak:
Mesele bir Hasan Cemâl bir Can Dündar bir Ece Temelkuran bir şu bir bu meselesi değildir, önce bunun idrâkine varalım!
Mesele sistemin özündedir!
Tabii ki hiçbir patron istemediği yazarlarla çalışmak zorunda bırakılamaz. Ama bir de bir patronun hangi sebeblerden ötürü ansızın şu veyâ bu yazarla çalışmak istemiyor olması suali var.
Eğer bu sualin işâret etdiği problemi çözerseniz patronlar da ara sıra, o âna kadar belki de bayıldıkları bâzı yazarlarına karşı ansızın antipati duyma derdinden kurtulurlar.
Ama o zaman da kimse kendisine antipati duyulmasına yol açacak yazı yazamaz ki!