Osmanlı Hanedanı’nın yurt dışı maceraları zaman zaman medyanın gözde konularından birini oluşturur; biraz da konunun hiç bilinmeyen yönlerine ışık tutmaya var mısınız? I. Dünya Savaşı Başladığı gün Mahmut Şevket Efendi 'vatanımı savunmak için dönmeme izin verin' diye telgraf çekmişti.
Osmanlı Hanedanı’nın 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 431 sayılı yasayla yurt dışına sürgün edilmesinin yanı sıra, Türk vatandaşlığından da çıkarılmalarının öyküsü uzun uzun anlatıldı, anlatılıyor. Özetle; 431 sayılı yasanın (Hilâfetin İlgasına ve Hanedanı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun’un) ikinci maddesi, Osmanlı Hanedanı’nın erkek ve kadın tüm üyelerinin ve hanedana mensup damatların Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde ikâmet etmelerini ebediyen yasaklıyordu. Ayrıca, hanedana mensup kadınlardan doğanların da bu madde hükmüne tâbi olacaklarını öngörüyordu. Diğer taraftan, söz konusu kişiler, aynı yasanın dördüncü maddesi gereğince, Türk vatandaşlığından da çıkarılmaktaydı.
28 Haziran 1938 tarihinde kabul edilen 3519 sayılı Pasaport Kânunu’nun dördüncü maddesi ise, Türkiye’den sınır dışı edilmiş veya herhangi bir surette Türk vatandaşlığını kaybetmiş olup da, dönüşlerine izin verilmeyenler ile Türk vatandaşlığından çıkarılanların (yasada yer aldığı şekliyle; bu gibi “ecnebiler”in), “usûlüne uygun pasaport ve vesikalar ibraz etseler bile Türkiye’ye” giremeyeceklerini öngörüyordu. Görüldüğü gibi, gelinler dışında, Osmanlı Hanedanı’na mensup kişilerin Türkiye’ye girişleri yasal olarak mümkün değildi.
Başvurulara hiç cevap verilmedi
Bugün artık Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan bazı yazışmalar sayesinde, konunun şimdiye kadar bilinmeyen yönlerini de öğrenebiliyoruz. Millî Savunma Bakanlığı’ndan 6 Eylül 1939 tarihinde Başbakanlığa yazılan bir yazıda, hanedandan Sultan Abdülaziz’in torunu şehzade Mahmut Şevket Efendi’nin Mısır/İskenderiye’den bakanlığa çektiği bir telgrafa yer verilmişti. Buna göre, Mahmut Şevket, 1 Eylül 1939 tarihli, yani Almanya’nın Polonya’ya saldırısının gerçekleştiği gün bakanlığa erişen telgrafında, Türkçe olarak şöyle yazmıştı: “Altı buçuk asırlık bir tarihle iktisab ettiğim vatandaşlık hakkım inkâr olunuyor; şahsî ihtiraslarla da beni vatanımdan ayıran anlasın; benden vatan aşkını silemeyecekleri tabiîdir; her karış toprağı ecdadımın kanıyla sulanmış vatanımın her evlâdından hizmet beklendiği şu sırada, vatanımı kanımla müdafaa için ilk vasıta ile memleketime geleceğim; lâzım gelen teslihâtın [silâhlandırmanın] hemen icrasını talep ederim. Şehzade Mahmut Şevket.” Elbette bakanlık ilgili yazısında, bu “şahsa pek tabiî olarak cevap verilmemiş” olduğunu da duyuruyordu.
Savaşın son günlerine yaklaşıldığında; yine Mahmut Şevket Efendi tarafından 25 Şubat 1945 tarihinde Kahire’den çekilen telgrafta; adı geçen kişinin bizzat Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye seslenerek; “vatanım için Birleşmiş Milletler nezdinde Türkiye’nin içinde ve dışında çoşkuyla koyulabileceğim bütün işleri heyecanla yaparım” ifadesine rast gelinmektedir.
Ali Fuat Örfî Paşa’nın isteği
Başkaca müracaatlar da vardı; meselâ, İçişleri Bakanı Faik Öztrak, 13 Mart 1942 tarihinde, Başbakanlığa yazdığı bir yazıda, yine bu konudan söz ediyordu: Hanedanın damatlarından Mahmut Celâlettin’den doğma, ölü Ayşe Sıdıka kocası Ali Fuat Örfî Paşa’nın, eşinin ölmüş olduğu ve esasen damatlar sınıfına da dahil olmadığı gerekçesiyle, yurda dönmesine izin verilmesine ilişkin talebi, kardeşi ve vekili emekli general Mehmet Ali Bergü tarafından dile getirilmişti. 431 sayılı yasaya göre; damat Mahmut Celâlettin ile Sultan Cemile Hanım’ın damadı olan Ali Fuat Örfî Paşa’nın, yasa hükmüne girip girmediği, bu arada eşinin ölmüş bulunmasından dolayı da “damat vasfını muhafaza edip etmediği” hususunun Danıştay tarafından incelenmesi isteniyordu. Maalesef elimizde bu talebin sonucuna ilişkin herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Bu arada; belirtmeliyim ki, Halil Rıfat Paşa’nın oğulları olan emekli general Mehmet Ali Bergü ile Ali Fuat Örfî Paşa kardeşti. Bergü’nün oğlu da Vedat Örfî Bergü, sinemacıydı; aynı zamanda Nâzım Hikmet’in karısı Pirâye Hanım’ın ilk eşiydi. Memet Fuat’ın da babası.
Vahdettin’in torunu Hümeyra Özbaş Türkiye’ye nasıl döndü
Ancak, mevzuatın aksine, bazı fiilî uygulamalar da olmuyor değildi: Örneğin, Sadrazam Tevfik Paşa’nın büyük oğlu İsmail Hakkı Okday’ın, Vahdettin’in kızı Ulviye Sultan’dan doğan, ancak 1924 yılında annesi ile birlikte yurt dışında çıkmak zorunda kalan ve 431 sayılı yasanın kapsamına da giren kızı Hümeyra Özbaş; babasının, yarbaylıktan emekli olduktan sonra, Moskova Başkonsolosu iken Atatürk’ün talimatı ile, herhangi bir özel af yasası çıkarılmaksızın, bir refakatçi pasaportu ile ve hiçbir şekilde yasal sayılamayacak bir yöntemle, 1933 yılında Türkiye’ye dönmüş ve İstanbul’da yaşamaya başlamıştı bile. Fakat Vahdettin’in torunu Hümeyra Özbaş’ın yasağı delmesi bir istisna olarak kaldı. Atatürk döneminde, Hümeyra Özbaş dışında, hanedan mensuplarının Türkiye’ye girdiğine ilişkin bir bilgi yok. Meslekdaşım Soli Özel ile birlikte İzmir Kısmet Otel’de Hümeyra Özbaş ile yaptığımız bir mülâkatta; Özbaş, bu macerayı bize şöyle anlatmıştı: “Babam askerdi. Askerlikten Hariciye’ye geçti. Kendisi İstiklâl Harbi’nden geldiği için, tanıdığı çoktu. Başta Atatürk tabiî... Ben iki defa memleketimden atıldım. İlk geldiğimde, babam Moskova’da vazifeli iken, Atatürk babama, ‘Kızını pasaportuna koy getir. Bir şey olursa da, bana haber ver.’ demiş. Bunun hemen akabinde babamın Bulgaristan’a tayini çıktı. Bu şekilde ben de Bulgaristan’dan Türkiye’ye İsmail Hakkı Okday’ın kızı Hümeyra Okday olarak girdim. Fakat sonra tekrar anneme ve Mısır’daki mektebime dönmem icab ettiğinde, bana bir diplomatik pasaport verdiler ve ben bu pasaport ile cirit atmaya başladım. Anneme, Mısır’a, babama, rahatlıkla gidip geliyordum. Bu sık gidişler, “iki aylı kapı”nın (o zamanki millî istihbaratın) nazarı dikkatini celb ediyor. Kim olduğumu anlayınca, beni yakalayıp tekrar çıkarmak istiyorlar. Atatürk, o sıralar çok hasta ve Dolmabahçe’de yatıyor. Gidecek, dert anlatacak kimse yok. İki alternatif vardı: Ya tayin olan babamla Bari’ye gidecektim ya da evlenip Amerika’ya. Evlendim. Buna rağmen, beni götürdüler, hırsız, katil ve bilumum canilerin arasında, numaralar kondu, resimler çekildi, parmak izleri alındı. ‘Suçun ne?’ diye sordular. ‘Memleketime girmek’ dedim. Bütün bu olanlar çok ağrıma gitti. İlk gidişim, ne de olsa çocuktum, işin farkında değildim. İkincisinin ne kadar acı geldiğini anlatmak için kelime bulamıyorum. Bir defalık pasaportumu vererek, beni tekrar yolcu ettiler.”
Refik Saydam’ın verdiği söz
“Enver Paşa’nın çocukları da benim gibi, Türkiye’ye giremiyorlardı. Bir yandan babam, bir yandan da Enver Paşa’nın biraderi Nuri Paşa, bizi tekrar Türk vatandaşlığına sokabilmenin yollarını bulmaya çalışıyorlardı. Babamın yakın dostu olan Refik Saydam, o zaman başvekil ve babama söz vermiş: ‘Hiç merak etme İsmail, ben kânunu çıkartacağım.’ Nitekim kısa sayılabilecek bir zaman sonra bu vaadini gerçekleştirdi. Bir gün fuara gitmek üzere trenden indim, baktım Ahmet Emin (Yalman) Bey ve eşi kollarını açmışlar; ‘müjde, müjde, çıktı çıktı, kanun çıktı” diyerek, bana doğru koşuyorlar. O zaman Enver Paşa’nın üç çocuğu, bir de Kâmil Bey’in, yani biraderinin kızı, böylece onlar dört, bir de ben, beş, ailede vatandaşlık haklarına kavuşan ilk kişiler olduk.”
* Hümeyra Özbaş ile mükâkatın tamamı ‘Geçmiş Ayrıntıda Saklıdır’ (Timaş Yayınları) kitabımda yayımlandı.
Memet Fuat: ‘Gölgede kalan yıllar’
Eğer güzel bir anı kitabı okumak isterseniz, bu kitabı muhakkak okumanızı öneririm. Konumuzla ilgili küçük bir kısmı buraya alıyorum: “Mehmet Ali ile Fuat, Kuleli’yi bitirince, hünkâr yaveri olarak saraya alınmışlar. İkisi de beyaz tenli, sarı saçlı, yakışıklı delikanlılar; dedemin gözleri maviydi. Yaveri oldukları padişah II. Abdülmahid; dönemin sadrazamı ise Halil Rıfat Paşa. Dedemi Halil Rıfat Paşa kendine damat olarak seçip, kızı Güzide Hanımla evlendiriyor. Dedemin kadınları etkileyen yanı yalnız yakışıklılığı değildi. Çapkınlıkları ise anlatmakla bitmezdi. Bu konuda bayağı ünlüydü. Dedem karısına hiç bağlı kalmadığını gösteren canlı belgeleri son yıllarına taşımanın da ötesinde, arkasında bırakarak öldü. İkinci karısının, arkadaşlık etsin diye babaannemin yanına verilen kızlardan biri olduğu söylenirdi. Çapkınlıklarını daha fazla anlatırdı; aynı gece iki kardeşten önce biriyle, sonra öbürüyle buluşmuş; ertesi gün kadınların ikisi bir arabada, dedem atlı Fenerbahçe’de karşılaşınca, arabanın içinde kızılca kıyamet kopmuş…”