Türkiye Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias'ın dün Hatay'da yaptıkları görüşme sonrasındaki açıklamaları dinlerken, Mevlûd Bey, çeyrek asır öncelere gitti ve Türkiye'de 1999'da meydana gelen 'Büyük Marmara Depremi' günlerine aid bir hatırasının nakletti: 'Biz büyük bir depremle karşılaştık, Yunanistan bizim yardımımıza koştu. Sonra Yunanistan'da, bir deprem oldu, o zaman da biz Yunanistan'ın yardımına koştuk. İyi komşuluk böyle zamanlarda belli olur. Bu konu, ünlü Time dergisinin de dikkatini çekmişti ki, bir yazı yazmıştı. Ben de o zaman siyasette değilim, bir TC vatandaşı olarak Time dergisine bir mektup yazmıştım. O mektubum da yayınlandı. O yazıda kısaca, 'Evet, komşu ülkeleriz ve bu, böyle dar zamanlarda birbirimizin yardımına koşmamızdan da belli.
Ama iki ülke arasındaki meselelerin halledilmesi için, illâ da felaketlerin gerçekleşmesini beklemeye de gerek yok.' demiştim. O zaman sâde bir TC vatandaşı idim, bugün TC Dışişleri Bakanı'yım ve aynı görüşleri taşıyorum.' diyordu.
Evet, kendimize de yapılmış güzel bir hatırlatma ve ikaz. Zaman zaman değindiğimiz üzere 'Bin dost az, bir düşman fazladır.' Ama, dost olmak demek, elbette muhatabın karşısında mümaşaât hali, aşağıdan almak tavrı göstermek sanılmamalı. Vakaarını yitirmeden, dikleşmeden, ama hep dik durmak.
30 yıldır kapalı olan Ermenistan-Türkiye sınır kapısının, Türkiye'ye yardım getirmek için arabaların sınır kapısına gelmesi üzerine açılması da güzel.
Esasen, Yunan ve Ermeni halklarıyla elbette bir işimiz yok. Ermenilerle, 1060'lardan 1860'laqra kadar 800 yıl; Yunanlılarla 1360'lardan 1800'lere kadar, 450 yıl kadar birlikte, hatta iç-içe yaşadık..
Sonra, uluslararası emperial odakların Osmanlı'da aynı sosyal otorite altında, günlük hayatta, çarşı-pazarda iç içe iken, hayatın diğer sahalarında aynı lokomotifin farklı kompartımanlarında yaşayan halklar durumunda yaşıyordu. Ama, uluslararası emperial güçlerin Osmanlı'yı sahne dışı edebilmek için çevirdiği entrikaları teşviki vs. acı üzerine meydana gelen sosyal kopmalar-düşmanlıklar, nice acıları da beraberinde getirdi.. Halbuki farklı inançlara bağlı olsak bile, birçok sosyal değerler açısından birbirine yakın olan halklar idik. Ama Hükûmet edenlerin siyasetleri ve geçmişte bugün yaşananlar, ister istemez hepimizin ortak tarihî hâfızâsıdır ve hepimizi etkiler. Ama o geçmişten ders almak varken, illâ da düşman olmak gerekmiyor.
*
Evet, tabiî felâketler, komşuyu ezmek için bir fırsat olarak da değerlendirilebilir. Ama görülüyor ki, komşu ülkelerin hemen her biri, böyle bir fırsatçılık sergilemek yerine, 'iyi komşuluk ilişkileri'ni güçlendirmek istiyorlarsa, bu yaklaşım, zayıflatılmamalıdır.
*
Bu arada, bazı deprem uzmanlarının, sismolog veya jeologların, bugünlerde -askerî sıkıntı dönemlerinde, ekranlara sökün eden emekli generalleri andırırcasına-, daha çok ve hattâ devamlı konuşmaları, gınâ getirici mahiyette. Hele, bazıları var ki, bu ekran tartışmalarını, her zamanki zırvalarını sürdürmek için bir fırsata dönüştürmek çabasındalar. Bunlardan birisi, 'coğrafya dersini kaldırıp da, yerine din dersini koyarsan, olacağı budur.' diyor. Hiç yadırganmamalı onun bu gibi hezeyanları. Çünkü onun asıl derdi ve hedefi, halkımızın Allah inancı ile mücadele etmek.
Öyle bir kişi başka ne diyebilirdi?
Bazıları onun bu gibi iddialarını zannedebilirler. Halbuki 'coğrafya' dersinin kaldırıldığı gibi bir durum hiç olmamıştı, kimsenin aklına da gelmemişti. Ama din ve ahlâk dersi kesinlikle yoktu on yıllar boyu tahakkümünü sürdüren 1 ve 2. Şeflik sistemleri boyunca. Ve ancak halkın siyasî iktidarlara baskısı sonunda, Adnan Menderes döneminde, bu derslerin, 'ailelerin isteğine bağlı olarak okutulması' kabul edildi. Ki, o bile irticaın hortlaması olarak niteleniyordu mâlûm laik taifelerce. Ancak, 12 Eylûl 1980 Darbecileri ise, hazırladıkları yeni anayasada 'mecburî din dersi'ni getirmişlerdi. Onların niyeti her ne olursa olsun, Müslümanlar bu durumdan da doğru şekilde faydalanmayı bildiler, genel olarak.
Ama bu geçmişte yapılan baskıları hatırlamak bile istemeyen ve ateist olduğunu öğrencilerine devamlı telkın edip duran söz konusu jeolog'un ve benzerlerinin küstahlıkları ve halkı yanıltıcı şekilde bilgilendirmeye devam edecekleri açıktır.
*
Ünlü fizikçilerden Einstein, 'Beni, akıllı insanlardan birisi diye tarif ediyorlarmış.. Benim yaptığım nedir ki?
Bir çocuk düşününüz ki, okyanusun kenarında, elinde bir taş.. Taşı suya fırlatıyor ve taşın suya düştüğü yerde iç-içe bir takım daireler oluşuyor. Ben işte o çocuğum ki, dalga daireleri arasındaki mesafeleri ölçmeye çalışıyorum. Yoksa önümde kocamaan bir okyanus var ki, onun hakkında bildiklerim, bir damla su hükmünde bile değil. '
İşte budur, bir bilim adamının tevâzuu. Bu ağırbaşlılığı dile getirenlerden bazılarının bizde de var olduğu görülebiliyor. Ama işin şaklabanlığına yönelenler hâlâ da çoklar.
Bunlardan birisi, dün saat 11.00 civarında, 'Türkiye'deki binaların en azından yüzde 90'ının depreme dayanaklı olmadığını' söylüyordu. Ama, bu korkutucu sözlere rağmen, mevcud sosyal bünyede bu olumsuzluğun nasıl giderilebileceğine dair, uygulanabilir bir tedbirden söz etmiyordu. Bütün bir halkı, fay hatlarının bulunduğu ve asırlardır yaşadıkları yerlerden, en başta da İstanbul'dan kaçmaya çağırmak, ne kadar mâkuldür? Halbuki biz bu topraklarda, bu fay hatlarıyla asırlardır yaşıyoruz.
Bu noktada, yapılacak olan, korkular pompalamak değil, aklen- ilmen alınabilecek tedbirleri almak ve ancak ondan sonra, 'takdir-i ilâhî'ye tevekkül etmektir.
Hatırlanacağı üzer, Hz. Ömer ordusuyla bir sefere giderken, yol üzerindeki bir şehirde 'tâûn /veba/ kolera' salgını olduğunu haber alınca, hemen yolunu değiştirmişti. Ona, 'Ey Müminlerin Emiri, takdir-i ilâhî den mi kaçıyoruz?' diyenlere, 'Allah'ın bir takdirinden başka bir takdirine sığınmaya gidiyoruz.' demişti
Bu deprem konusunda da, tedbiri evhama dönüştürmeden, itidal ile hareket etmek gerekiyor.
*