Dün TÜSİAD Genel Kurulu’nda ‘demokrasi rüzgarı’ esti. Başkan Muharrem Yılmaz, son günlerde yaşanan gelişmelerden rahatsız olduklarını, başta HSYK düzenlemesi olmak üzere, yeni yapılacak yasal düzenlemelerden ‘demokrasi’ adına endişe duyduklarını söyledi.
Gerçekten böyle mi; TÜSİAD’da kendini ifade eden sermaye, bu ülkede gerçekten demokrasiyi istemiş midir? Bu sorunun yanıtını biliyorsunuz, bütün bu süreci ve TÜSİAD’ın bu konudaki tarihsel rolünü belki yüzlerce defa yazdım.
Ama şunu, şu günleri anlamak ve önümüzü görmek için yazmak zorundayız; TÜSİAD’ın istediği Türkiye, Muharrem Yılmaz kusura bakmasın ama, demokratik bir Türkiye olamaz. Bu yapısal bir tespittir. Yani objektif bir durumdur, örneğin TÜSİAD Başkanı ya da İstişare Konseyi olduğu gibi çok samimi demokrasi savunucusu olabilir. TÜSİAD’da odaklanan sermaye, Türkiye’nin sanayi-bilgi toplumu kapısından geçerek, yeni bir büyüme ve kalkınma yoluna girmesini istemez; çünkü Türkiye bu yola girerse, bu sermaye çok hızlı olarak geriye düşer, rekabet etmekle zorlanır ve rekabet etse bile şimdi bulduğu kar oranlarını, çok ciddi yapısal bir değişim yapmadan yakalayamaz. Çok stratejik alan olan enerji burada çok somut bir örnektir. Mesela, TÜPRAŞ on yıl sonrasına hazır mı sizce?
Rantın ve devletin büyüttüğü...
Şimdi ismini vermeyeyim ama hayli etkili bir TÜSİAD üyesi, bir zamanlar, bizim Levent’teki holding binamızın yıllık rant getirisi bir çok fabrikamızın ortalama karlılığının birkaç kat üstünde demişti. Bunu bir övünme duygusuyla mı yoksa memleketteki sanayinin durumumu anlatmak için bir üzüntü duygusuyla mı söylediğini gerçekten anlamamıştım.
Anlamak imkânsız çünkü TÜSİAD’da kendini ifade eden geleneksel sermaye önce devletin kanatları altında büyüdü. Sonra iktisat tarihçisi Oktay Yenal’ın enflasyoncu finans dediği süreçte palazlandı, sonra darbe süreçlerinde ve ithal ikamesi döneminde bayi-sanayici durumuna yükseldi ama bu dönem, kent rantının sanayi karlılığından daha hızlı yükseldiği bir dönem olduğu için, büyük kentlerin rant alanlarını ele geçirip sermaye değil, servet sahibi ‘burjuva’ olmak gibi Türkiye’ye özgü bir acayip duruma erişti. Sonra seksenler, yani neoliberal iktisat politikalarının 12 Eylül darbesiyle uygulandığı dönemler geldi ve bu dönemlerde, işçilerin grev hakkı olmadığından karlar hızla yükseldi, dışarıyla mali entegrasyonun devreye girmesiyle de, aynı zamanda, banka sahibi olan bu servet-burjuvaları müthiş bir birikim yaptılar. İşte bu yılların sonuna doğru, yine Türkiye’ye özgü bir model sayesinde birçok vergiden muaf olan üniformalı bir holdingin CEO’su ‘kasamızda o kadar çok nakit var ki, ne yapacağımızı bilmiyoruz’ diyordu. Levent’teki holding binaları, fabrikalarının karından misliyle fazla rant getiren bir burjuva sınıfından kasasındaki milyarlarca doları ne yapacağını bilmeyen yeni nesil üniformalı CEO’lara geçiş yapmıştık. İşte, şimdilerde- eğer ki öyle ise- Türkiye’yi ‘kırılgan’ ülkeler sınıfına sokan, kurun hızla yükseldiği günlerde ‘özel sektörün TL bazında borcu artıyor’ ne yapacağız, ne yapacaklar diye dert edinmemize neden olan sermaye sınıfı bu sermaye sınıfıdır.
Yeni bir sermaye (mi)
Ancak, özellikle son on yıldır yapılan alt yapı yatırımlarına bağlı olarak Anadolu’da ihracata yönelen, öz sermaye yapısını güçlendiren yeni bir girişimci sınıf ortaya çıktı. Bu sınıfa henüz yeni sermaye sınıfı diyebilir miyiz; bu çok tartışılır. Ancak, son günlerdeki gelişmelere bakacak olursak, bu girişimci sınıf, -ki AK Parti iktidarları döneminde öne çıkmıştır- AK Parti’nin ya da onun hedeflerinin, bugün arkasında tam anlamıyla duramamaktadır. Yalnız bu durum bile, bize son yıllarda hızla gelişen bu yeni yapının sürece damgasını vuracak bir sermaye gücü haline henüz dönüşmediğini göstermektedir.
Türkiye, son on yılda hem batısına dönük olarak (AB sürecinde atılan adımlar) hem de doğusuna dönük olarak (enerji anlaşmaları, GAP Eylem Planı, aktif Ortadoğu politikası) çok önemli bütünleşme adımları atmıştır. Yeni İpek Yolu dediğimiz transit ticari geçişlerin örülmeye başlanması, örneğin Bakü-Tiflis-Kars demiryolu gibi stratejik yatırımlar ve yine Güney Gaz Koridoru’nun belkemiği olacak TANAP gibi yatırımlar, hiç şüphesiz bu topraklarda yeni bir sermaye çevrimini ortaya çıkartacak ve şimdiye değin, Türkiye’de hakim güç olan sermayeyi geriye itecektir.
Taklitçi lümpen burjuvalar
Ancak yukarıda söyleğimiz gibi, bütün bu değişime sahip çıkacak yeni bir sermaye sınıfı henüz ortada yok ve hala devlete dayanarak büyümeyi düşünen ve TÜSİAD çevresini taklit etmeye çalışan ve tabii çok yanlış yolda olan bir lümpen burjuvazi var ortalıkta. Bakın inananılmaz ama Başbakan Brüksel’e gitmeden önce oraya gidip, ‘Türkiye aslında AB’ye girmek istemiyor, Başbakan diktatörlük peşinde’ diye, Türkiye aleyhinde propaganda yapan bir iş örgütümüz var bizim. (Bu, TÜSİAD değil, onu taklit etmeye çalışan lümpen burjuvaların örgütü)
Peki bu yapılar gerçekten, iddia ettikleri gibi demokrasi isteyebilir mi, burada samimi olduklarını söyleyebilir miyiz; kesinlikle hayır... Şundan dolayı:
Demokrasi isteyemezler çünkü...
Yukarıda anlattığımız, Türkiye’nin bu bütünleştirme yatırımları ve bu yatırımları tamamlayacak dış sermaye girişleri ve ortaklıklar, başta AB ve ABD olmak üzere Berlin-Tokyo büyük pazarının yatırımları olacaktır. Bu büyük hinterlant iki temel-kıtasal pazarı biraraya getiriyor. Birinci kıtasal pazar Avrupa pazarıdır; ikincisi ise Asya. Rusya, Çin, Hindistan, İran ve Türkiye bu bütünleşmenin kilit-eksen ülkeleridir. Türkiye’nin önemi AB üyeliği çerçevesinde daha da artmaktadır. Mesela Marmaray projesi de büyük birleşmenin önemli bir parçasıdır. Bu anlamda mesela TANAP, Bakü-Tiflis- Kars demiryolu ve Marmaray gibi projeler aynı amaca hizmet eden projelerdir. Eğer ki, Türkiye, tam şu yıllarda, çok büyük tarihsel yanlışlar yapmazsa, bu projeler gerçekleşecektir. Bu, çok hızlı ama bir o kadar da kapsamlı değişimi, hem geleneksel sermaye çevreleri hem de onu taklit etmeye çalışan ve aynı ‘paralelde’ davranarak sermaye olmaya çalışan yapılar kesinlikle kaldıramaz. Bunun için şu anda hem iktidara hem de özellikle iktidarı sürükleyen ve bütün bu yatırımlarda güçlü siyasi irade gösteren Erdoğan’a çok şiddetli muhalefet yapıyorlar. Çünkü Erdoğan’la somutlanan bu vizyon onları eritecek yeni bir iktisadi dönemi başlatacaktır.
Küresel kriz sonrası kontrol sanayii çerçevesinin değişeceği söyleyebiliriz. İşte geleneksel ve taklitçi sermayenin hızla değişen alanlara yatırım yapacak güçlerinin olmaması bu yapıların şu anki büyük korkusu. Yine şu andaki büyüklüğü 1.7 trilyon doları bulan İslami finansın İstanbul merkezli yeni bir yapılanmaya gitmesi de bu korkuyu pekiştiriyor. TÜSİAD’ın ve ona paralel yapıların derdi tam budur işte...