Türkiye kendisi, çevresi ve dünya siyaseti açısından önemli bir haftayı geride bıraktı. Halkın doğrudan katılımıyla seçilen Cumhurbaşkanı yemin ederek göreve başladı. Cumhurbaşkanının içinden çıktığı parti sorun çıkartmadan, ülkenin istikrarını etkilemeden yeni başkanını seçti.
Başkan başbakanlığa atandı. Başbakan Cumhurbaşkanı ile istişare içinde bakanlar kurulunu oluşturdu. Üstelik de iktidar partisi merkezi karar verme organına yeni bir şekil verdi.
Bu süreç sancılı ve sarsıntılı da geçebilirdi. Borsa değer kaybedebilir, bankalar iflas edebilir, sorunlar hortlayabilir, siyasete şiddetin dili egemen olabilirdi. Kabul edelim ki Türkiye haftayı sarsıntısız atlattı.
Törensel bir geçiş dönemi yaşandı. Muhalefet protesto ve eleştirileriyle yetindi. İktidar da kendi partisini iyi yönetti. Liderlik ve koltuk ihtirasları “dava partisi” iddiasıyla dizginlendi. Türkiye Cumhuriyeti’nin 62. Hükümeti hızlı bir şekilde kuruldu.
***
Ben bu yazımda geçtiğimiz haftadan aklımda kalan bir kaç noktayı sizlerle paylaşmak, yapılan konuşmaların satır aralarına girmek, ilgi alanıma giren iki bakanlığa yapılan atamanın önemi üstüne bir şeyler söylemek istiyorum.
İlk dikkatinizi çekmek istediğim nokta Davutoğlu’nun AK Parti Kongresi sırasında yaptığı konuşma. Her ne kadar bu konuşma üstünde çok şey söylenmişse de özünün büyük ölçüde ıskalandığı kanaatini taşıyorum.
Konuşmanın önemli olan tarafı ne “epistomoloji” kavramının siyasi söyleme ilk kez aktarılmış olması, ne de Davutoğlu’nun vizyonunu her zaman olduğu gibi madde madde sıralamış olmasıydı.
Asıl önemli tarafı Davutoğlu’nun konuşmasında zaman ve mekan metaforları üstünden aidiyet kavramına atıfta bulunması Türklük, Kürtlük mitolojilerini sarsabilecek referanslardan hareketle bu topraklar üstünde yaşayan herkes için yeni bir birleştirici kimlik önermesiydi.
Kürt sorununu çözmeye talip bir ülkenin müstakbel başbakanı olarak bence iyi bir başlangıç yaptı. Umarım konuşmasında dillendirdiği ve önerdiği anlayışı hayata geçirmek yolunda da adım atar ve Türkiye çözüm sürecinin başlamasıyla yakaladığı tarihi ivmeyi kaçırmaz.
Ve yine umarım ki Türkiye gerçekçi, elindeki imkan ve yeteneklerle orantılı, dünya dengelerini, bölgesel hassasiyetleri dikkate alan, vicdani diplomasi derken siyasi ve ekonomik çıkarlarını göz ardı etmeyen bir politika izler. Varılması amaçlanan nihai hedefle bugünkü koşulların ayırdında hareket eder.
Ama ben umutluyum, Türkiye’nin gerçekçi bir politika izleyeceğini, aidiyet üstünden siyaset yapmanın sınırlarını daha da iyi göreceğini düşünüyorum. Bence, Mevlüt Çavuşoğlu’nun Dışişleri Bakanı olarak atanması, Volkan Bozkır’ın Avrupa Birliği Bakanlığı’na getirilmesi böylesi bir iradenin göstergesi.
Başbakan Davutoğlu ile birlikte iki bakanın yaratacağı sinerji son bir yıldır AB ve ABD ile açılan aranın kapanmasına yardımcı olabilir. Yeni Hükümet, reform çabalarıyla Avrupa başkentlerinde oluşan olumsuz Türkiye algısını değiştirebilir. Ankara yeniden bölgesinden sorunların çözümünde etkin rol oynayan bir aktör haline gelebilir.
***
Ancak Davutoğlu, Çavuşoğlu, Bozkır üçlüsü sadece AB ve ABD ile olan ilişkilerde değil pek çok alanda ciddi, hatta varoluşsal sorunlarla baş etmek zorunda. Güneyimizde istikrarsızlık içinde kıvranan koca bir bölge var. Suriye, Irak ve İŞID sorunlarının, Kürt sorununun çözümüyle eş zamanlı olarak yönetilmesi gerekiyor.
Türkiye neredeyse aynı anda Güney Kıbrıs, İsrail, Ermenistan ve Mısır’la barışmak, Körfez’in ağır topu Suudi Arabistan ile yakınlaşmak durumunda. Tüm bunları yaparken de NATO üyeliğini düşünmek, ama Ukrayna yüzünden Rusya ile olan ilişkilerini zedelememek paradoksuyla karşı karşıya.
Müttefiki Amerika’nın sadece kendisi hakkında ne düşündüğünü değil aynı zamanda Suriye, Irak hakkında ne düşündüğünü, nasıl hareket etmeyi tercih edeceğini bilmek gibi de bir derdi var. Bir süredir siyasetin diline hakim olan kutuplaştırıcı zihniyetin akılları rehin alması yüzünden yeni inisiyatifler için konsensüs yaratmanın zorluğundan bahsetmiyorum bile...