17 Aralık süreciyle beraber Gülen Grubu siyasetin en tartışmalı öznelerinden birisi oldu. Bu durumda tartışmasız bütün krediyi gruba vermek gerekiyor. Başka hiçbir aktör Gülen Grubu’nu bu denli tartışmanın ortasında tutamazdı. Muhtemelen aylarca ve hatta yıllarca ördükleri güzelim teori pis bir gerçek yüzünden mahvoldu. Nasıl olmasın? 17 Aralık operasyonu ile kimsenin yanına bile yaklaşmak istemeyeceği ‘yolsuzluğun’ ana eksen, Erdoğan’ın da ‘ana aktör’ olması gerekirken; ‘paralel devlet’ ana tartışmaya Gülen Grubu da ‘ana unsura’ dönüştü. Ne oldu da böyle oldu?
Gülen Grubu ve etrafındaki aktörlerin cevabı oldukça basit: ‘Yolsuzlukların üstü örtüldüğü, yargı engellendiği’ için bu netice ortaya çıktı. Bu iddiaları doğru olsa bile karşımızda farklı bir tablo olması gerekirdi. Hem de bu tablonun çok daha vahim olması gerekirdi. Bütün bunların olmamasını sadece Erdoğan’ın kendisini destekleyen kitlelerin gücüyle sağlaması mümkün değil. Gezi’nin ‘çevreci bir hareket’ olduğu kurgusunun ürettiği trajedi gibi, 17 Aralık’ın da ‘yolsuzluk operasyonu’ olduğu kurgusunun ürettiği gerçeklik krizleriyle karşı karşıyayız.
Burada sorulması gereken soru şudur: 17 Aralık’ın AK Parti kitlesinde ve hatta genel anlamda Türkiye’de Gülen Grubu’nun arzu ettiğinden çok farklı bir şekilde algılanmasının kaynağında ne bulunmaktadır? Bu suale çok farklı cevaplar verilebilir. Lakin meselenin özünde ‘gerçeklik’ sorunu bulunmaktadır. 17 Aralık operasyonunu bir yolsuzluk soruşturması olmaktan çıkaran ana güç bizzat operasyonu gerçekleştirenler oldu. Çünkü en başından beri bir yolsuzluk soruşturması olarak kurgulanmamış operasyon, başlatıldığı anda ‘yolsuzluk operasyonu’ olmaktan çıktı. Yan yana gelemeyecek dosyaları, birbiriyle telif edilemeyecek isimleri birbirine karıştırmanın maliyeti dosyanın anlamsızlaşması oldu. Dosyanın seçim öncesi patlatılması ise siyasi bir savaşın sıradan bir silahı olmasını sağladı. Dosyanın ‘olağan şüpheli’ Gülen Grubu tarafından hararetle sahiplenilmesi ise ‘cevaplardan çok soruların’ ortalığa dökülmesine yol açtı.
Gülen’in sorduğu “Yolsuzluk iddialarını görmezden gelin mi demeliydim” sualine, paradoksal bir şekilde, polis-yargı içerisindeki paralel yapı ‘olumsuz cevap’ vermesinden dolayı, 17 Aralık’tan murat edilen olmadı. ‘Bakan oğlu ile sıradan bir kişinin oğluna’ aynı muameleyi yapılmamasından dolayı operasyonun ‘gerçekliği’ tartışmalı hale geldi. Sıradan vatandaşın oğlu suç işlediği görüldüğü anda yakalanırken, Bakan oğlunu bir operasyonun malzemesi olarak değerlendirip zamanında iddiaların üzerine gidilmeyerek, kenarda mühimmat olarak tutulmasından dolayı inandırıcılık kayboldu. Hasılı kelam en fazla ‘yolsuzluk diye haykıranların’ en az ‘yolsuzluk derdi’ olduğu algısı kuvvetli bir şekilde yerleşti.
Gülen Grubu’nun gerçeklikle oldukça şizofren bir ilişkisi olduğu fikri her geçen gün biraz daha yerleşmektedir. Sadece 17 Aralık operasyonu da değil, birçok farklı başlıkta benzer bir durum nüksetmektedir. Mesela, lideri ve ana karargahı Amerika olan bir grubun, önüne geleni pespaye bir komplocu dille bir başka ülkenin, İran’ın ajanı olmakla suçlamasında da benzer bir travma ve gerçeklik sorunu yaşanmaktadır. Bölgesel jeopolitikte Vahabi aklını, Türkiye jeopolitiğinde ise Şii aklını andıran reflekslerden dolayı gerçeklik ve inandırıcılıkları ortadan kalkmaktadır. Gülen’in son röportajı da nerdeyse baştan sona bu ‘gerçeklikle’ cedelleşmekte, inandırıcılık krizini derinleştirmektedir.
Gülen Grubu’nun kendi steril dünyasında inşa ettiği, ardından da keskin inançlısı haline geldiği ‘gerçekliğin’, toplumda ve siyasette bir karşılığı olması mümkün değil. Ya kendi kurgusal gerçekliklerine daha fazla gömülecekler ya da kafalarını kaldırıp güzelim teorilerini mahveden toplumsal ve siyasal gerçeklikle yüzleşecekler.