Siyasilerin ‘günlük’ tutma âdetleri bizde de olsaydı kimbilir neler öğrenirdik...
Ne güzel günlerdi o günler: Başbakanlar medya patronları tarafından ev kıyafetleriyle karşılanır, milletvekilleri bakan olabilmek için genel yayın yönetmenlerini araya koyar ve başarılı olurlardı. Ülkenin en önemli politikaları köşe yazarlarıyla ortak platformlarda birlikte tespit edilir, devletin imkânları da öncelikle medya kuruluşları göz önünde tutularak değerlendirilirdi.
Tercüman gazetesi sahibinin yalısı uzun yıllar sağ iktidarların buluşma mekânıydı; siyasete meraklı pek çok insan ilk orada görücüye çıktı. Sabah gazetesi binası kaç kişinin milletvekilliğe, kaç milletvekilinin de bakanlığa geçiş tüneli oldu.
Günlüklere nasıl yansırdı o dönemler, hep merak ederim...
Şimdilerde patronlarla yakınlık siyasilerin lehine olmuyor; iki taraf da bu yüzden biraraya gelmekten kaçıyor. Gazetelerde yazı yazanlar başbakanları ilk isimleriyle anarlardı eskiden; şimdilerde başbakanın ismini ağızlarına alırken iki defa düşünüyorlar...
Sadece bizde değil, başka ülkelerde de... İngiltere’de Muhafazakar Parti genel başkanı David Cameron muhalefet günlerinde ülkenin en büyük medya patronuna yakın olma derdindeydi; şimdi başbakan ve o eski günlerde kurduğu yakınlıklar yüzünden başı ağrıyor... Fransa’da Cumhurbaşkanı Hollande, başının derdini Elysee Sarayı’na kendisiyle birlikte taşıdı; yatağını paylaştığı kadın medya mensubu ve bu yüzden ciddi sorunlar yaşıyor Hollande...
Dün bir kitap eleştirisi yazısında okudum: İngilizlerin efsanevi başbakanı Sir Winston Churchill 1945 yılında, doktoru Lord Moran’a, Daily Express gazetesi sahibi Lord Beaverbrook için şunu söylemiş: “Benim zamanımda bu zat birkaç hükümet kurmuştur; onun muhalefetiyle uğraşmak yerine desteğini kazanmaya bakmak daha iyi...”
Ülkenin öndegelen politikacılarından Richard Crossman da, tuttuğu günlüğüne, 1952 yılında, o sıralar Times, Observer ve Daily Mail gazetelerinin sahibi olan Lord Northcliffe ile ilgili şunu söylemiş: “Hükümete istediği kişiyi bakan yapar, istemediğini bakanlıktan attırır...”
Bunları okurken, İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’de yaşananların bize biraz geç geldiğini aklımdan geçirdim. Ne kadar yakın olursa olsun, Rebekah Brooks’un “Bakan yap” dediği birini Cameron bile hükümetine almamıştır.
Oysa 50 yıl önce, medya patronları ve yöneticileri, İngiltere’de, bakan atayıp bakanı görevden alıyor, hükümet kurup hükümet deviriyormuş...
Tıpkı bizde 1980 sonrasında olduğu gibi...
Hiç aklıma gelmezdi İngiltere’yle aramızda böylesine gecikmeli bir benzerlik bulunabileceği...
Solun güçlü olduğu bir ülke İngiltere... Oranın solcu yazarları ve politikacıları da, günlüklerine yazdıklarından anlaşıldığına göre, bizdeki uğraş ortaklarıyla benzerlikler gösteriyor...
Hemen bütün eserleri Türkçeye çevrilmiş olan romancı Virginia Wolf (1882-1941) İşçi Partisi’ni destekliyordu. Bir seçim akşamı, evindeki hizmetçisi Nelly’nin “Biz kazanıyoruz” dediğini duyunca dehşete kapılmış ‘sosyalist’Wolf. ‘Solcu’ İşçi Partisi’nin ayak takımıyla bir ilişkisi olabileceğini hiç aklından geçirmediği için... O akşam yatağa girmeden, günlüğüne, “Nelly’ler ve Lotti’ler tarafından yönetilmek istemem” diye yazmış...
Lottie de Nelly gibi hizmetçisiymiş Virginia Hanım’ın...
Ne kadar da bizdeki bazı ‘sol’ kalemlerin durumuna benziyor, değil mi? Yıllarca savundukları eşitlikçi fikirleri uygulamaya koyanların mütevazı geçmişlerine bakıp, içlerinden, “Biz bunlar tarafından yönetilmek istemiyoruz” dediklerini hissedebiliyorum.
Dıştan farklı görünmelerine bakmayın, CHP’nin başına Kemal Kılıçdaroğlu’nun gelmesinden de, yine bu yüzden, fazla mutlu olamadı bizim ‘solcu’ kalemler...
Yine aynı kaynaktan aktarıyorum: ‘Solcu’ İşçi Partisi’nden milletvekili seçilmeden önce, Harold Nicolson, Times gazetesinin yayın yönetmenine, “Bizim aşağı sınıflar tabiat olarak tembeldir” demiş ve eklemiş: “Ancak açıkça kazanacakları veya her şeylerini kaybedecekleri baskısı altında kalırlarsa çalışırlar...”
Nedense bizdeki bazı solcularla fikir akrabalığı buldum bu yaklaşımda da...
Hepinizin yeni yılını en iyi dileklerimle kutlarım.