Küçük bir kızın bir köy halkının ağır sessizliğiyle ortadan kaldırılmasının yükü, toplumun belini büktü adeta... Ardından gelen haber de en az onun kadar korkunçtu; henüz 2 yaşında tecavüz edildiği için komaya giren bebek, birkaç gün zar zor dayanabildiği yoğun bakımdan cansız bir beden olarak çıkmıştı. Kabrini bulmaya çalışan küçücük ölüler geziniyor vicdanlarımızda... İnsanın beynini kanatan suçlar bunlar... Diğer yanda ise, kara para aklayanlar, zenginliğini şımarıkça, ilkelce, iğrenççe sergiledikten sonra, nereden buldun diye soranlara ağlayarak ya da umreye gidiyorum diye cevap vermeye kalkanlar, utanmazlıklar, rezaletler, yasal olmayan bahis siteleri, vergi kaçıranları naylon faturacılar, toplumun vicdanını çatlatan adliye vakaları...
Yorulduk...
Hayatı mücadelelerle geçen bir yazar olarak ilk kez elim kolum sanki kırıkmış gibi geziyorum odadan odaya. Sanki havadan atılan ve biz teneffüs ettikçe ortalığı karartan zehirli bir gazı soluyoruz. Çürümenin kokusu bu. Hani, buket çiçekleri birkaç gün fazla kalınca vazolarda tuhaf bir tortu bırakırlar ya, hava işte böyle karamsar, böyle insanı mecalsiz bırakacak bir hal var...
Bilge yazar Erol Erdoğan beyefendi buna 'mecalsizlik sendromu' diyor. Her sendrom gibi, üretilmiş veya sistemden kaynaklanan bir durum bu. Bunun bilinçli olarak üretildiğini, politik amaçlara hizmet eden medya dilinin, iletişim ağlarının bunu kurguladığını söyleyenler var. Bunun kapitalist sistemden, anti-demokratik ortamdan, moderniteden, kolektivizmden kaynaklandığını söyleyenler de var. Bir yere kadar evet diyorum ben de, muhakkak politik anlamıyla bundan nemalanacak olan kesimler vardır. Ama çuvaldızı hep başkalarına değil, biraz da kendimize batırmak zorunda değil miyiz?
Çalışmadan, emek sarf etmeden, yorulmadan, oturduğumuz yerde çok para kazanmak istiyoruz... Beğenilmek, alkışlanmak, hiç olmazsa beğenilenlere, alkışlananlara benzemek istiyoruz. Bedeninin fotoğraf ve videolarını çekip parayla satarak zenginleşen bir kadınla yapılan mülakatlar yayınlandı üst üste mesela... Bu genç kadının çalışıp alın teri dökmeden bedenini satması ve bedeniyle zengin olması konusu, topluma sadece boca edilmedi, damarlara zerk edildi ve olumlandı... En tanınmış artistler, bu kadınla röportajlar yaptı. Kadın, Elon Musk ile Bill Gates ile aynı masada oturabileceğini hayal ediyor, başka hayali kalmamış anlayacağınız...
Şeref yoklukla mücadele edip sabahtan akşama ter dökerken, şerefsizlik ayakta alkışlanıyor, madalya madalya üstüne takılırken, boynu kırılıyor...
Nasıl mecalsiz kalmayalım sevgili Erol Erdoğan kardeşim?
Günümüzün önemli düşünürlerinden Byung Chull Khan, asrımız için 'moralsizlikler çağı' dememiş boşuna. Modern toplum, işleyiş düzeneğiyle derin yalnızlıklara, kopuşlara, değer bunalımlarına yol açıyor, düşünürün dediği gibi, profesyonelleşme arttıkça toplum, hasta toplum haline dönüşüyor. Her ilerleme, bizden bir şeyler alıp götürüyor... 'Tekno-insan' gerçeği değil, gerçek-miş gibi gösterileni seyrediyor...
Bizler bunlara maruz kalırken, siyasetçilerin, medyanın ve akademinin işi ise 'daha büyük meselelerle' ilgili hep. Daha büyük projeler, daha büyük hizmetler, daha geniş bilgiler, daha fazla kitap, daha fazla haber, daha fazla takipçi, daha fazla onay, daha fazla alkış... Hep daha, hep daha... Ama bu kadar büyük işlerle uğraşırken, bu kadar büyük hizmetlere imza atarken, 'insan'ın kayboluşuna, hiç olmadıysa 'insan'ın azalışına da bir bakmamız, bir hüzünlenmemiz, bir kendimize yönelmemiz gerekmiyor mu?
Tüm bu kötülükler furyasına baktıkça insanın inanç zemini bile zedelenebilir, özellikle gençlerin...
Bu yüzden çocuklarıma hep diyorum ki; 'iyilik sessizdir evladım, ümidinizi yitirmeyin, kötülüklerin tantanasına bakıp, ümitsizliğe kapılmayın'... Son zamanlarda bunu kendime söylerken yakalıyorum kendimi, iyiliğin sessiz oluşu, kötülüğün her yeri kaplıyormuş gibi pervasızlığı seni ele geçirmesin, buna izin verme, buna izin verme... İyilik kötülükten çoktur, çoktur, çoktur...