Hafta sonu Viyana’daydım. Doğrusunu söylemek gerekirse hepi topu, avuç içi kadar olan şehri gezdiğimde bir kez daha hayıflandım. Bir kez daha üzüldüm.
Avuç içi kadar dedim...
Zira kâh Schönbrunn Sarayı ve bahçesinin sonundaki tepelikte yer alan Gloriette’nin terasından kah Kahlenberg Tepesi’nden bu kez ‘görüntü’ye Tuna Nehri’nin de girdiği şehrin muhteşem manzarasını seyrettiğimde...
Avucumu kapattığımda, bu masalsı şehri elimin içinde tutuyormuşum hissine kapılırken...
Şehrin ağaçlarının, binalarından daha yaşlı olduğunu ve ağaçların hakim olduğu bir şehir diye düşündüm.
Oysa dünyanın hangi şehrini gezerseniz gezin, İstanbul’dan daha güzel bir şehir olmadığı halde niçin İstanbul’da böylesi bir güzelliğin olmadığına hayıflandım.
Tam da...
Aşırı betonlaşma, şehrin tarihi dokusunu bozan gökdelenler, neredeyse her sokağı zabdeden çirkin AVM binaları ve ne yazık ki bu yapıların değil de yeşil alanların giderek kentin dışına çekilir hale gelmesi, şehri giderek boz bir renge dönüştürürken....
Taksim Gezi’de ‘ağaçlar kesilmesin’ diyerek bir araya gelenlerin yaptıkları eylemi hem anlamlı hem de kıymetli bulduğumu belirtmeliyim.
Durum ne olursa olsun...
Ağaçlar kesilmesin diyerek oraya toplanan insanlar... Velev ki AK Partiyi ve politikalarını hiçbir şekilde desteklememiş olsunlar...
Velev ki, Kürt sorununun çözümü dolayısıyla ‘çözüm sürecini’ desteklememiş olsunlar...
Velev ki de Başbakan Erdoğan’ı hiç sevmemiş olsunlar...
Haklı gerekçeyle yaptıkları bir eylem vardı ki o da ‘yeşil alanları katletmeyin’ talebiydi.
Geçen hafta oldukça iyi niyetle başlayan ‘eylem’, maalesef işin içine bazı provokatörlerin girmesiyle eylemin amacına gölge düşürürken, olayları da çığrından çıkardı.
Oysa daha ilk günden yetkili birilerinin çıkıp Gezi Parkı ve oraya yapılacak olan Topçu Kışlası’nın ne olduğunu, ‘Verilmiş kesin bir karar yok’ demek yerine, tane tane kamuoyu anlayıncaya kadar anlatmaları, izah etmeleri gerekiyordu.
Sonuçta oraya toplanan insanlar toplumsal duyarlılığı, sanatçı hassasiyeti yüksek olan duygusal insanlardı. (Mesele bu değil diyen bazı sanatçılar ve kışkırtıcılık yapan sözüm ona darbesever entelektüellere şimdilik bir şey demiyorum.)
Ve elbette daha ilk günden eylemcilerin çadırını yakarak, şiddet uygulayarak olayı provoke eden emniyet görevlileri ile emri her kim verdiyse hesabını vermeli ve yargılanmalılar.
Ancak iyi niyetle başlayan bu eylemi ve eylemcileri, provokatörlerin kucağına itmemek gerekiyordu.
‘Ağaçlar kesilmesin’den adeta Türkiye’yi bir ateş yumağına çeviren ‘Tayyip istifa’ya gelen süreci iyi anlamak ve değerlendirmek gerekiyor.
Umarım bundan hepimiz gerekli dersi alırız.
Sonuçta yıllardır hepimizi mustarip eden, ötekileştiren, yaptığı kanunlarla bize zulmeden bir devlet anlayışından, dindarıyla, alevisiyle, Kürdüyle, Türküyle hepimiz şikayetçiydik.
Ve yıllardır özlemini duyduğumuz şey, devleti önceleyen, kutsallaştıran bir anlayışın aksine insanı önceleyen, vatandaşını kucaklayan, dinleyen, zulmetmeyen bir devlet anlayışıydı.
2002 yılında Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti kadrolarının iktidara gelmesi tam da bu açıdan önemliydi. Çünkü, güçlendirilmesi ve ana aktör haline getirilmesi gerekenin ‘devlet’ değil ‘millet’ olduğunu biliyordu.
Çünkü, eğer toplum devlet karşısında güçlü hale gelirse, devlet tarafından kimliği oluşturulan bir toplum değil bilakis, toplum tarafından devlet kimliği oluşmaya başlardı.
Ve işte o zaman, yaptığı kanunlarla vatandaşına zulmeden devlet anlayışı gider yerine; yegane görevinin ‘kendi kurumlarına ve kendisine’ değil vatandaşına hizmet olduğunu bilen/farkına varan bir devlet anlaşıyı gelirdi.
Yani haddini ve yerini bilen devlet anlayışı.
Eğer devlet haddini ve yerini bilirse, hangi dünya görüşüne sahip olursa olsun vatandaşına eşit mesafede olmasının gerektiğinin bilincinde olurdu.
Buna toplumsal talepleri okuyabilmek/talepleri görebilmek ve isteğe göre hizmet edebilmek diyebiliriz. AK Parti iktidarı kadroları bunun bilincinde olduğu için 10 yıldır iktidardalar.
Gönül isterdi ki aynı zamanda bir İstanbul aşığı olan Başbakanımız Gezi Parkı eylemcilerini daha ilk gününden olaylar çığırından çıkmadan dinleyebilseydi.
Onları muhatap alsaydı.
Sonuçta Gezi Parkı eylemcilerinin şikâyetçi olduğu husustan, Başbakan Erdoğan’ın da şikayetçi olduğuna eminim.
Orada daha ilk gün medeni bir tepki vardı.
Tıpkı Said-i Nursi’nin daha 1900’lü yılların başında söylediği gibi, ‘Medenilere galebe ancak ikna iledir, icbar ile (zorlama-dayatma) ile değildir.’
Ancak hiçbir şey için vakit geçmiş değil...
Bir söz de Gezi Parkı eylemcilerine... Ortalığı kana bulayanlarla ve ‘ağaç arkasına’ gizlenip iktidarla başka hesap görmeye çalışanlarla aralarına süratle mesafe koymalılar.
Provokatörlerle aranıza mesafe koyun hepimiz yanınıza gelelim...