Gülen Grubu’nun İsrail meselesiyle kurduğu ilişki de kendisine özgü. Bu ilişkinin, polisiye kısımlarına dair cesaretli cümleler kurulmasına sebep olan şey, ortalığa saçılmış belgeler veya delillerden çok aldıkları tavırlardır. Grubun İsrail’le ilişkisinden ziyade, İsrail merkezli gelişmelerde nerede durduğu tartışmanın ana belirleyici unsurudur. Hal bu iken, yani basit tavır değişiklikleriyle bile, İsrail tartışmalarında ‘sorunlu bir aktör’ olarak değerlendirilmenin önünü kapatacak adımları bugüne kadar atmak istemediler. 17 Aralık darbe girişimi sonrası, oldukça patavatsız ve sırıtan bir şekilde; İslami imgelere, diskura ve Filistin sorununa medyalarında yer vermeleri de durumu değiştirmemektedir. Zira hem geçmişin bagajından dolayı hem de özellikle liderlik düzeyinde ikna edici ve başı sonu belli bir tavır ortaya çıkmadığı sürece bu durum değişmeyecektir.
Cari durumun alt metnini, Gülen’in, İsrail’in 350 civarında Müslümanı katletmesinden 13 gün sonra, ‘Filistinliler’ için yayınladığı ‘taziye’ mesajında bulmak mümkündür. Öncelikle, mesajın telin değil ‘taziye’ olması bile tek başına, İsrail’e dair yaşadıkları ilginç travmanın ipuçlarını vermektedir. Ama bundan daha önemlisi, taziye mesajına, Amerika’yı atlarken, Erdoğan’ı ‘boş geçmemek’ üzere yerleştirilmiş şu satırlarda gizlidir: ‘Devletler çapında güçsüzlüğümüzün ve dünya dengesinde hiçliğimizin ağırlığını bir kere daha hissediyoruz’. Gülen Grubu’nun siyasal teolojisinin kurucu unsuru olan bu yaklaşım, istikrarlı bir şekilde İsrail meselesinde de nüksetmektedir. Bu ‘devletler çapında güçlü ve dünya dengesinde her şey olan’ İsrail’le ya da başka herhangi bir güçle konuşma dilidir, hatta fıkhıdır. ‘Güçlüyle güçsüzün, hiçlikle her şeyin’ mücadelesi olarak kodlanan bu kavgada, güçsüzlükten ve hiçlikten kurtulmadan dilin ve fıkhın değişmesi mümkün değildir. Ancak Türkiye’deki gibi, ‘güç dengesiyle’ Gülen Grubu’nun kurduğu ilişkinin mahiyetinde bir değişim olursa, farklı bir dil görülebilir. Zira Gülen Grubu’nun, 1980’ler, 1990’lar boyunca ülkede yaşananlar karşısında kullandığı özür dileyici dille, 2014’te geldiği noktanın arasındaki farkı düşünmek açıklayıcı olabilir.
Gülen Grubu’nun İsrail’e dair inşa ettiği dünyanın ve dilin, diğer dinamiğinde İslami hareketlerle kurduğu ilişkiler belirleyici olmuştur. Özellikle Filistin’deki hareketlerin İsrail işgaline karşı silahlı mücadele veriyor olmaları, dolayısıyla da Amerika ile de karşı karşıya gelmeleri, Gülen Grubu’nun tabii olarak sorundan uzak durmasını sağlamıştır. Bir süre sonra ortaya ciddi bir yabancılaşma çıkmıştır. Filistin mücadelesi konusunda, oldukça mesafeli ve soğukkanlı analizler yapan grup, kendi gündemine odaklanmıştır. Amerika’ya göçle birlikte, İsrail meselesi başka bir faza taşınmıştır.
Güçsüz ve hiçliklerin içine gömülmüş Türkiye’den, en güçlü ve her şeye kadir bir dünyaya göçün hikayesidir bu. 1997’de, Amerika dönüşü, şöyle diyordu Gülen: ‘Dünyanın hali hazırdaki durumuyla, şu çerçevesiyle, Amerika da şu andaki konum ve gücüyle bütün dünyaya kumanda edebilir. Bütün dünyada yapılacak işler buradan idare edilebilir ve hatta denilebilir ki, şöyle veya böyle Amerika ile dostça geçinmeden destek almak değil, dostça geçinmeden, Amerikalılar istemezlerse, kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar.’ Daha sonra, lideriyle birlikte ana karargahını da Amerika’ya taşıyan grup, sadece ‘güç merkeziyle’ tanışmakla kalmadı. Amerikan siyasi ve ekonomik hayatındaki Yahudi gücüyle de tanışınca, Washington’da yaşanan Amerikan ‘esaretini’ ve kısa devre ‘güç biriktirme metodolojisini’ fark etti.
Benzer bir durumun hayata geçirilmemesi için hiçbir sebep bulunmuyordu. Türkiye ile Amerika, hatta İslam dünyası ile Amerika arasında; İsrail ile Amerika arasındaki Yahudi lobisi tarzı bir durak veya köprü kurulabilirdi. 11 Eylül sonrası rüştünü ispatlamış ‘iyi Müslüman kontenjanının’ açtığı alan da cabasıydı. Bu alanda açılan yola sorgusuz sualsiz girdiler. Nereden koptuklarını, nereye gittikleri üzerine düşünmediler bile. Filistin gibi hiçbir şeyi olmayan ve ‘kaybedilmesi mukadder’ davadan, İsrail gibi ‘her şeyi’ olan bir güçle karşı karşıya gelmekten beri durulması gerekiyordu. Bu elbette ‘hubb-ı İsrail’ değildi. Tıpkı 2002-2010 döneminin ‘hubb-ı Erdoğan’ olmadığı gibi’. Lakin İsrail’den esirgedikleri ‘buğz-ı Erdoğan’ çizgisinin, Türkiye’de ve dünyada ne anlama geldiğini umursamıyorlar. Aksine, mezkur çizginin bir yatırım olduğunu düşünüyorlar. Başarısızlığa tahammülü olmayan bir fıkıh için, elbette Filistin uzak durulması gereken, maliyetten başka bir şey üretmeyen, dost kaybettiren, düşman kazandıran, konforlu misyoner aklı zora sokan ‘zamansız bir dert’. Oysa İsrail bir turnusol kağıdı. İsrail testinden geçmeden de başarılı olmak mümkün mü? Şüphesiz. Ortadoğu ve dünya bunun örnekleriyle dolu!