1990’ların sonlarından itibaren ya da 28 Şubat’la birlikte Gülen Grubu Amerika’ya yerleşmeye başladı. Liderlerinin de Amerika’ya yerleşmesiyle beraber, ilk kez, Türkiye merkezli bir ‘İslami hareket’ ana karargahını başka bir ülkeye taşımış oldu. Bu bugüne kadar genellikle sol hareketlerde şahit olduğumuz bir durumdu. Amerika’dan önce de onlarca ülkede faaliyet göstermelerinden dolayı, Grubun, lideri dahil başka bir ülkeye gitmesi ilk anda çok fazla garipsenmemişti. Oysa 28 Şubat darbesinin arkasında nerdeyse açıkça durmuş olan Washington’un, ‘28 Şubat mağduru olduğunu farz eden bir grup’ tarafından tercih edilmesi, üzerine düşünülmesi gereken bir meseleydi. Maalesef olmadı. Ne grubun kendisi ne de dışarıdan münasebeti olanlar ya da değerlendirme yapanlar, Amerika’yı ‘bir mesele’ olarak ele almadılar.
Bugün Gülen Grubu’nun önünde kabaca iki yol bulunuyor. Ya neredeyse hiçbir şey yaşanmamış gibi davranmaya devam edecekler ya da en başta ‘Amerika’da olmaktan’ başlayarak derin bir özeleştiri yapacaklar. Gruba dair yapılan suçlamalar ve iddiaların tamamına kendilerince ‘cevaplar verdiklerini’ görüyoruz. Lakin bir tek soruya hiçbir cevap veremiyorlar: Gülen niçin Amerika’da? Başbakan’ın son çıkışı da olmasa bu soruya verecekleri hiçbir karşılık olmayacaktı. Muhtemelen mezkur soru uzun süre Başbakan’ın çıkışı bahane edilerek cevaplanacak. Bu elbette Gülen’in 2013’e kadar niçin Amerika’da olduğunu açıklamayacak.
ABD’ye gittikten sonra, birkaç yıl içerisinde, zoraki diaspora ve kendi kendine sürgünün oluşturduğu bir siyasal teolojiye kavuşan Grup, ‘Amerika meselesi’ üzerine düşünemeyecek kadar kendisini ‘Amerikalı hissetmeye’ başlamıştı. Özellikle 11 Eylül sonrası Neocon ‘şeytan ekseni’ söyleminin ortaya çıkardığı travmada ‘iyi Müslüman’ kontenjanına talip olmanın nimetlerini hızla toplamaya başlamıştı. Grubun bu durumu açıkça ilk ifade ettiği yer ise Abant’ın ilk kez 2004’de yurt dışında, Washington’da Neocon bir kurumla ortak yaptığı toplantısıydı. İmalı bir dil ihtiyacı bile hissetmeden, 11 Eylül sonrası Amerikan politikalarında üzerlerine düşecek görevler için hazır olduklarını söyleyeceklerdi.
17 Aralık sonrasında siyasi eksenini AK Parti karşıtlığına konumlamış olan Gülen Grubu, geri dönüşü zor bir yola girmiş oldu. Artık sadece iktidarla değil, AK Parti’yi var eden bütün dinamiklerle de uzun yıllar boğuşmak durumundalar. Bu durum ise hali hazırda yaşadıkları yabancılaşmayı daha da derinleştirecektir. Liderliğinin başka bir ülkede olması da bu sürecin hızlanmasına sebep olmaktadır. Zira her diaspora gibi fanatizm ve keskin inançlılık artacaktır.
Amerika’da olmanın maliyeti, özellikle inşa ettikleri dile doğrudan yansımaktadır. Washington’da zemin kazanmak için gerekli olan başlıkların tamamı Türkiye’de ‘yerlilik krizi’, İslam dünyasında ise ‘işbirlikçilik’ başlığı altına girmektedir. Mesela mesailerinin büyük bir kısmını ‘Türkiye’nin nasıl İsrail karşıtı olduğunu’ ihbar etmekle geçmektedir. Ya da AK Parti’nin ‘İslamcı bir hareket olarak’ Batı’ya nasıl bir tehdit olduğunu aktarmakla. Şimdilik her ikisinin de dozajı, Neocon retoriğin gerisinde olmakla beraber, Grup tarafından açıkça ve acemice kullanılmaya başlanmıştır.
Bu yaşanan durum elbette derin bir travmaya ve yabancılaşmaya işaret etmektedir. Amerika’da(n) ‘ev sahibi’ edası ve ‘Aydınlıkçı’ tadında Türkiye’den gelen gazetecilere ve entelektüellere soru sorma ruh halinin gideceği tek yer Fuat Acemi için dillendirilen ‘yerli muhbir’ pozisyonundan öte olmaz. Fuat Acemi kim mi? Onu da merhum Edward Said’den öğrenin!