Atatürk döneminde Anayasa Mahkemesi (AYM) yoktu.
İsmet İnönü döneminde de.
AYM 1960 darbesinden sonra yapılan anayasa ile birlikte sistemin tepesine oturtuldu.
Darbe yapan askerlerin ideolojisi vesayetçi idi. Dolayısıyla yapılan anayasa da vesayetçi oldu.
İlk defa sistemin en tepesine vesayetçi organlar/odaklar yerleştirildi.
AYM gibi.
Milli Güvenlik Kurulu (MGK) gibi.
Yüksek yargı organları gibi.
Üstelik yüksek yargıda ikili bir sistem belirlendi: Sivil yargı-askeri yargı.
Bakmayın siz “sivil” dendiğine, düpedüz askeri vesayetçi ideolojinin aparatı niteliğindeydi. Sistem kelimenin tam anlamıyla askeri-bürokratik vesayet sistemiydi. Milletin sandıkta iktidar kıldığı partiler “hükümet” olabilirlerdi ama hükmedemezlerdi. Çizgiyi aşan hükümet partileri ya muhtıra ile ya da darbeyle alaşağı edilirlerdi.
Yüksek yargı ve AYM bu tür partileri kapatmak için anında gereğini yapmaktan kaçınmazlardı.
AYM işte bu amaçla kurulmuş bir vesayet odağıdır.
Her dönemdeki kararlarıyla hep gündemde olmuştur.
Son kararıyla olduğu gibi.
Madem “düşünce ve ifade özgürlüğü” konusunda ne kadar duyarlı olduğunuzu göstermek istiyorsunuz sormazlar mı bu kadar kendinizi savunmanız niye?
AYM denilince çoklarımız sanıyor ki oradaki üyelerin hepsi hukukçu. Alakası yok.
Önceki AYM Başkanımız hukukçu değildi. AYM’nin birçok üyesi de değil. O “PKK terörüne arka çıkan bildiri” için AYM’nin yaptığı savunma içler acısıdır. Diyorlar ki ezcümle :“Biz de o bildiride dile getirilen düşüncelere katılmıyoruz. Onları sorunlu görüyoruz. Ama..”
Vazifeniz bu mu?
O düşüncelere katılıp katılmadığınızı belirtmek için mi orada bulunuyorsunuz?
Siz bir düşünce kuruluşu musunuz?
Yoksa “ama” organı mı?
“Hak ihlali” olduğu yönünde oy kullanan üyelerin kendilerini topluma karşı bu şekilde savunma mecburiyeti duyması zaten alınan bu kararın perde gerisindeki amacı ortaya koyuyor.
Madem kararınızda haklı olduğunuza inanıyorsunuz, o vakit niye kendinizi “Yanlış anlaşılmasın biz de o düşüncelere katılmıyoruz!” biçiminde bir savunma dizgesi içine yerleştiriyorsunuz?
Bu hiç de yakışık alır bir tavır değil.
O kararı kabul eder etmezsiniz, över veya yerersiniz, o ayrı bir konu. Lakin AYM’nin “hak ihlali” lehinde oy veren başkan ve üyelerinin asıl bu tavrı AYM’nin saygınlığını yerle bir etmiştir. Tabii ki düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda hepimiz sonuna kadar duyarlı olmalıyız. Ancak “terör örgütü propagandası” veya “teröre meşruiyet atfededilmesi” bağlamındaki açıklamaların “ceza hukuku” nezdindeki karşılığı bellidir. Hiçbir demokratik ülkede terör örgütü propagandasına veya terör örgütünün eylemlerini haklılaştırıcı söz ve açıklamalara müsamaha gösterilmez.
***
Sözlerim yanlış anlaşılsın istemem.
Şayet o bildiride terör örgütünün işgal, yıkım ve katliamları da açık bir dille eleştirilmiş olsaydı devletin orantısız şiddet uyguladığına yönelik sözler, hatta daha ileri giderek diyeyim “devlet katliam yapıyor!” yollu eleştiriler “düşünce ve ifade özgürlüğü” babında değerlendirilebilirdi.
Lakin o bildiride terör örgütüne yönelik ima yollu bir tek eleştiri dahi yok.
Tersine “katliamcı devlet” argümanı üzerinden o terör örgütünü arkalamak ve onun propaganda dilini/söylemini esas almak var.
Bu asla kabul edilebilir bir durum olamaz.
AYM hem bu kararıyla hem de bu kararını savunma biçimiyle düpedüz kendini tartışmaya açmıştır.
Eski Türkiye’nin vesayet organı olan AYM anlaşılan o ki rüzgâra göre değişebiliyor, farklı politik telkinlere göre hareket edebiliyor.
Sistemin içine Gül tarafından monte edilen unsurlara dikkat etmek lazım.
Eski sistemin organları üç aşağı beş yukarı değişime uğradı.
Vesayet büyük ölçüde geriledi.
Ama AYM’ye dokunulmadı.
Niye?
Eski Türkiye’nin vesayetçi AYM’si ne yazık ki siyasi rüzgâra göre yön değiştiren tutumuyla yeni sistem içinde tam bir sorun odağı olarak duruyor karşımızda.
Tıpkı Gül gibi…