Rumen sinemasının Altın Palmiyeli prensi Cristian Mungiu, dürüstlük üzerine kurduğu sinemasını STAR pazar’a anlattı.
2012 yılının en çok konuşulan yönetmenlerinden biri Cristian Mungiu idi. 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün adlı ikinci filmiyle Altın Palmiye kazanan genç Rumen yönetmenin başarısının Dupa Dealuri/ Tepelerin Ardında adlı filmiyle Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü kazanmasıyla perçinlendi. Romanya’nın ücra bir dini komününde meydana gelen bir şeytan çıkarma vakası üzerinden toplumsal eleştiri yapan Tepelerin Ardında, Avrupa Film Ödülleri’ne de aday gösterildi. Selanik Film Festivali, Balkanların bu genç ustasının üç filminden oluşan bir toplu gösteri yaptığında Mungiu ile sinemasını konuştuk.
? 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’de de Tepelerin Ardında’da da iki kız arkadaşın öyküsünü anlatıyorsunuz. Her iki filmde de çok kararlı olan kadın karakterler sürüklüyor öyküyü.
Planlamamıştım, ben karakterlerden yola çıkmam. Öykünün bana ne ifade ettiğinden yola çıkarım. Ne tür insani ve toplumsal değerler, hayaller çıkıyor? Galiba toplumda yolunda gitmeyen şeylerin bakış açısından yaklaşınca bir şekilde kadınların şiddete daha çok maruz kaldığını, erkeklerden daha çok kurban olduğunu görüyor ve kadın kahramanlar yazıyorum. İnsan doğasını tanıyınca genel olarak insanlar hakkında film yapabilirsiniz. Cinsiyet açısından bilinçli bir tercihim yok.
FİLMDE FİKRİMİ DAYATMAM
? Yargılamadan, yönetmenin açısını silme derecesinde bir bakış açısına vardığınızı söylüyorsunuz. Bu mümkün mü? Kendi bakış açınızı inkar edebilir misiniz?
Mümkün değil tabii, her film bir sinemacı onu yapmaya karar verdiği için yapılır. Ama bakış açınızın dışında bir filme müdahale etmenin dereceleri vardır. Konu benim seçimimdir. Ama onu anlatmaya karar verdikten sonra kendi görüşümü, örneğin dine bakışımı ya da bugünün toplumunda dinin yerinin ne olmasını gerektiği hakkındaki fikrimi dayatmam. Benim görüşüm ne ilginç ne de önemli. Benim görüşüm bir konunun önemli olmasıyla sınırlı. Bir izleyici olarak size tek işaretim “Bu konuda fikir sahibi olmak iyidir” demek. Bir yönetmen olarak karakterlerimi yargılamaya karşıyım. Bir karakteri oluşturacak verileri topladıktan sonra siz tersine inansanız bile onun bakış açısına müdahale etmemelisiniz. Film yapımında dürüstlük budur. Filmlerimin üslupları da yorumsuzdur. Kamerayı en iyi pozisyona yerleştirip gözlemlerim, çok yakın çekim yapmam, duygusal anlar yaratmam, benim için filmde öncelikli olanı çekerim. Yönetmen olarak konumumu asla kötüye kullanmam. İstersek çok manipülatif olabiliriz.
? Sinemada Romanya Baharı’nın öncülerindensiniz. Kendinizi öyle görüyor musunuz? Devletten yeterince destek alıyor musunuz?
Hepimiz Romanya Yeni Dalgası diye bir olgunun farkındayız ama bu durumla fazla ilgilenmeyip hep bir sonraki filmimize odaklanıyoruz. Bizim ortak estetik manifestomuzla ya da sinema ekolümüzle ortaya çıkmış değil. Aynı sinema dönemini paylaştığımız için dışarıdan böyle göründü. Aramızda ciddi farklar var ama festival çevrelerince auteur sinemacılar olarak kabul ediliyoruz. Devlet yaptığımız filmleri cömertçe desteklemiyor. Yaptığımız işlere bakarak, bir derece destekleyecek kadar saygı duydu bize. Birçok sorumluluğu ve nüfuzu olan politik yapıyla bizim yaptığımız iş arasında her zaman büyük bir fark olacak. Son on yıldır elde ettiğimiz büyük başarılara rağmen Rumen filmlerinin finansmanını ve dağıtımını baştan düzenleyecek bir yapıyı tümüyle inşa ettiremedik.
İLK FİLMİMDE OYUNCU ÜZERİNDE OTORİTEM YOKTU
? Filmlerinizin hiç mizah içermemesinin hayatınızdan kaynaklanan bir nedeni var mı?
Dünyayı bu şekilde görme yolunu da açık tutuyorum. İki yıl önce Tales the Golden Age adında bir filmin yapımcılığını üstlendim, onda bolca mizah vardı. Ben 4,3,2’yi kişisel bir film olarak yönettim. Diğerinin de senaryosunu yazdım. Auteur sinemacı olarak bir stüdyo gibi birkaç ayrı şeye odaklanamazsınız. Bu tür film yapımı gerçekliğe dayanır ve daha serttir. 4,3,2’nin ardından bir komedi planlıyordum, araya Tepelerin Ardında girdi, ama o komediye şimdi hazırlanıyorum.
? İlk uzun metrajlı filminiz daha çok öykü anlatımına odaklıydı karakterlerine, politik arka planına bakarsak…
Bir yönetmen olarak ilk yaptığınız herkes gibi bir film çekmektir. Ben de izlediklerim gibi bir film yapmaya muktedir miyim? Önce bunu test edersiniz. Kendinizi geliştirdikçe daha çok iktidara ve kuvvete sahip olduğunuzu keşfedersiniz. İlk filmimde de uzun planlar çekmek istedim ama henüz ekibim ve oyuncularım üzerinde yeterli otoritem yoktu. Bu deneyim sayesinde daha kişisel filmler yapıp risk alabilirsiniz. Sinemada ne yaptığınıza dair net bir vizyonunuz oluşur.
***
KUTU Hayatta ölü anlardan önemlisi yok
?Filmlerinizi tarzınız olduğu için mi birbiri ardına böyle çektiniz yoksa filmler bu tarzı gerektirdiği için mi?
İyi bir soru. Öykü ne yaptığınızı biçimlendirir. Son iki filmimdeki tarzım ve perspektifim hemen hemen aynıydı bir farkla: Öykü, ritmi biçimlendirir, öyküyü biçimlendiren ise yazdığım gerçek zamanlı olayların oranıdır. Benim için sinematik açıdan en önemli fark 24 saat içinde geçen bir olaydan sonra birkaç güne yayılan bir olaya geçmemdi. Filmde önemli bir fark yaratıyor çünkü birden elipsler oluşuyor. Bu yüzden uzun planlar çekmeyi öğrenmem ve her geçen güne rağmen film zamanı eşdeğer biçimde kullanmaktı ki izleyenler geçen zamanı algılayabilsin. Bunun dışında hep bu tarza yönelmemin nedeni çok sevdiğimden değil ancak böyle dürüst olabildiğimden. Kesmeyi pek sevmem çünkü hayatta göremiyorum. Hayattaki ölü anları atmamanız lazım, onlardan önemlisi yok. Sinema zamanın nasıl geçtiğine dairdir. Bu yüzden bir kesmeden diğerine uzatırım zamanı. Karmaşık bir koreografidir ama sonuçta basit görünür. Kurguda ortaya çıkar ama setteyken ne yaptığınızı bilmiyorsanız kurguda çaresi yoktur. Bu yüzden çok prova yaparız, çok çekim yaparız.