Türkiye’de film üretimi sürekli tırmanan bir grafik izliyor. Son iki yılda adeta bir patlama yaptı. Bu yılın sonuna dek yüze yakın uzun metrajlı yapım gerçekleştirilmiş olacak. Festivallerde sirkülasyona girmeye çalışan, bir kısmı da sinema öğrencilerinin okul yapımları olan kısa film sayısı 250’yi aşıyor. TRT başta olmak üzere televizyon yapımlarını dahil edince belgesellerin sayısının da yüzleri bulduğunu tahmin edebiliriz.
Uzun metrajlı filmlerin çoğu vizyona çıkıyor. Ticari potansiyeli yüksek olanlar uzun süre vizyonda kalıyor. Arthouse filmler kısıtlı miktarda salonda da olsa gösterim şansı bulabiliyor, alternatif dağıtım sistemi Başka Sinema aracılığıyla izleyiciyle buluşuyor. Fakat bazı filmler yurt dışında başarı kazansalar bile Türkiye’de festivaller dışında gösterim olanağı bulamıyor. Ve pek çok film ne festivallere seçilebiliyor ne gösterime çıkabiliyor ne televizyon kanallarınca satın alınabiliyor. DVD’si bile çıkmayan filmler var... Bir şekilde “gömülüyorlar”...
***
Çeşitli vesilelerle Türkiye’de çekilen hemen her filmi izlerim. Gişede pek başarılı olan devam komedilerini özellikle pas geçsem bile çoğu kişinin, hatta çoğu meslektaşımın haberi olmayan filmleri izlerim... Doğrusu bazı filmlerin adeta “gömülmek” üzere yapıldığını üzülerek gözlemliyorum. Gömülen filmler iki gruba ayrılıyor: İlk grupta Türkiye’nin önde gelen yönetmenlerinin minimalist üslubuna özenerek yapılmaya çalışılmış, ama o üslubun ardındaki birikime sahip olmadan hem içerik hem biçim yönünden zayıf kalmış filmler var. Çoğunun yapım koşullarının çok yetersiz olduğunu, yönetmenin dar bir çevre içinde, kişisel olanaklarıyla ve küçük bir bütçeyle en fazla kısa film olabilecek bir fikri uzun metraja yaydığını gözlemliyorum. Teknoloji ne kadar gelişmiş ve ucuzlamış da olsa film yapımı zahmetli ve pahalı bir iş. Amatör ruhla film yapmayı ne kadar takdir, hatta tercih de etsem amatörlüğün acemilik ve özensizlik olmadığını da vurgulamak zorundayım.
İkinci grupta ise reklam ve dizi piyasasında çalışıp çevre edindiği belli, bazıları tanınmaya başlamış isimlerin gayet uygun koşullarda hatta ünlü oyunculara rol vererek çektiği filmler var. Fakat bu filmler temiz ve özenli çalışılmış olmalarına rağmen üslubu nedeniyle sinema duygusu vermiyor. En iyisi televizyon filmi diye tarif edilebilecek birer dizi bölümü niteliği taşıyor. Ancak, kullanılan araçlar aynı da olsa söze ve olaya dayalı, en fukara mekanların dahi şık ve hoş göründüğü, görsel estetiğin parlaklık ve renklilik anlamına geldiği ve oyuncuların abartılı performanslar verdiği yapımlar nadiren yedinci sanatın hakkını veriyor.
İzleyici için iki gruptaki filmlerin de cazip bir yanı yok. İlk gruptakilerin en iyileri zaten izliyorlar... İkinci gruptakiler her akşam ekranlarında! Bu projeler geliştirilirken bir hedef belirlenmiyor. Oysa bağımsız film yapmak demek bilinçsiz film yapmak demek değil... Bu filmi ne için, kimin için yapıyorum, nasıl bir yol izleyecek diye düşünmeden sete gidiyor bazı sinemacılar... Yapım aşamasında ‘destekleyici’ eş dost görüşlerinden fazlasını aramıyorlar. Profesyonellerden taktik almıyorlar. Filmi kendi bildikleri gibi bitirmekte ısrar ediyor, filme senaryodan, en olmadı kurgudan dahil olması gereken satış ortaklıklarını ihmal ediyorlar. Ve çoğu zaman bırakın satışlardan ve gişeden kar edip yeni projelerine yatırım yapabilmeyi, borçlarını zor ödüyorlar. Yeterince nitelikli olmayanlar kabul edilmemiş festival başvurularıyla kalakalıyor... Nitelikli birçok film de nasıl pazarlanacağı ve tanıtılacağı hiç hesap edilmediği için en fazla bir iki ulusal yarışma ödülü dışında hiçbir şey kazandırmıyor yönetmen ve yapımcısına... Başvuru ya da tanıtım DVD’lerinin üstüne filmin adını yazmayı bile akıl etmeden yapılır mı bu işler? Yazık gömülen filmlere...