Derinlemesine incelemeyi konunun uzmanları yapıyor zaten. Kitabın ortasından başlayarak bölgedeki gelişmeleri yorumlamak, biraz geri çekilip bu coğrafyada ne olduğunu anlamak ve neden bu gömleğin Türkiye’ye dar geldiğini söylemek için tarihe göz atmak gerekiyor.
Çünkü dünya 20. yüzyılın başındaki dünya değil.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan sömürge düzeni, cetvelle çizilen haritalar yapmış ve bu haritayı yaparken “yeni” Türkiye elbette dahil edilmemişti.
Rusya’da devrim olmasa Sykes-Picot’dan haberimiz bile olmayacaktı.
Oysa bu topraklara dönüp bakmayan, zamanın konjonktürüne uygun hareket eden, hareket etmek zorunda kalan Türkiye’nin o zaman ki tavrı belki anlaşılabilir ama, geçen yüz yıllık zamandan sonra aynı tavrı sergilemek cahillik
değilse körlükten başka bir şey değildir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Lozan anlaşmasını gündeme getirip açıklama yapması Çipras’ın tüylerini diken diken etse de aslında verilen mesajı üzerine alması gereken belki de son devletti Yunanistan.
Çünkü mesaj Yunanistan’a değil, Musul, Kerkük ve Suriye’yi de kapsayan bu bölgeyi dizayn etmeye çalışan güçlere yönelikti.
Türk siyasi tarihi birçok bakımdan bölünerek incelenebilir ancak belki de en önemli ve anlaşılabilir bölünme eskilerle-yeniler şeklinde adlandırılabilir.
Cumhuriyetin kurulmasından bu yana iktidara gelen güçler bu iki kampın aktörleri oldu hep. Menderes, Özal, Erbakan, (kısmen) Demirel ve Erdoğan bu iki ekolden “dışa açılım” modelini yani yeni durumu savunurken, diğerleri statükoyu korumayı tercih eden ekolu temsil ediyordu.
Statükocular “İsviçre gibi olalım. Etliye sütlüye karışmayalım. Kala kala elimizde şu anki topraklar kaldı. Bir maceraya atılıp elimizdekini de kaybetmeyelim. Sınırımızın dışındakiler bizi ilgilendirmez. Ne güzel içeride mutlu huzurlu yaşıyoruz” diyerek, Ak Parti hükümetini ve Cumhurbaşkanını eleştiriyor.
Oysa “bu gömlek bize dar geliyor” diyen Erdoğan ve bugün onunla temsil edilen “Dışa açılımcılar” ekolü “Hayır. Batı, bir zamanlar zannettiğiniz kadar güçlü değil. Bakın Rusya’ya, Filipinler’e, Brezilya’ya, İran’a. Herkes artık kendi kaderini çizebilir noktaya geldi. 58 yıldır kapısında beklettiği Batı, kendi değerlerini bir kenara bıraktı. Neredeyse yağmacı politikaya sarıldı. 100 yılın ardından içinde bulunduğumuz coğrafyada haritalar yeniden çiziliyor. 20. yüzyılın başındaki Türkiye gibi davranmak bize bir yüz yıl daha kaybettirir. Bu batılı güçler bizi en azından eşitleri kabul etmeli” diyor.
Yani Batı’nın Türkiye’ye biçtiği rolü reddediyor. Bu reddediş statükoyu savunanları (aslında bile isteye Batı’nın hedeflerini gerçekleştirmeyi amaçlayanları ve tabi Batı’nın kendisini) çılgına çeviriyor.
Meseleye bu pencereden bakınca şedit Erdoğan düşmanlarının hangi saikle hareket ettiğini görmek daha kolay oluyor. Bu şekilde aslında bu kavganın eskiyle yeninin kavgası olduğu daha net görülebiliyor. Çünkü Türkiye (gücü yetse de yetmese de) kurulan masada sandalyeye sahip olmak istiyor, politikasının buna göre geliştiriyor, müttefiklikler oluşturuyor, dinamik bir dış politika hamlesi gerçekleştiriyor. Batılı güçlere “Türkiye’ye rağmen karar alamazsınız” deme cüretini gösteriyor.
Evet Batı bunu net bir şekilde anlıyor ve bu hedefi kırmak için başta FETÖ olmak üzere tüm terör gruplarını Türkiye’nin üzerine salıyor. Amaçları masaya bir sandalye daha konulmasını, Türkiye’nin bağımsız bir dış politikaya sahip olmasını engellemeye çalışıyor. Erdoğan’ın Meclis açılışında yaptığı konuşma bu bakımdan Batı’ya “diz çökmeyeceğiz” konuşmasıydı. Bunu böyle anlamalıyız.
Anlamamız gereken bir başka şey de bugün eski politikayı savunanların, bağımsız politika gütmenin başımıza türlü gaileler açacağını söyleyip, korku salanların aslında o kadar da masum olmadığıdır.