Bu satırları Pazartesi sabahı Ergenekon davası kararları henüz açıklanmadan yazıyorum.
Kararlar muhtemelen bugün (Pazartesi) öğleden sonra açıklanacak ama bendenizin öğleden sonra kaçınılmaz, ertelenemez dişçi randevularım var, bilgisayarın başına oturmam pek mümkün değil.
Zaten, önümüzdeki günlerde de mahkemenin kararlarını uzun uzun tartışacağız.
Dün de (Pazartesi yazım) belirttiğim gibi, insani temennim herkesin Ramazan Bayramı’nı evinde, ailesiyle, sevdikleriyle beraber geçirmesi.
Kararlar açıklanmadan önce, dolayısıyla da kararlardan etkilenmeden üç noktanın altını çizmek istiyorum.
Birincisi, tüm Ergenekon sanıklarının beraat ettiği, davanın tümüyle çöktüğü bir ihtimale ilişkin.
Şayet bu ihtimal gerçekleşir ise insanın aklına başka ve çok da sevimli olmayan bir ihtimal gelecektir.
O ihtimal de, Ergenekon sanıkları suçsuz ise, bu suçsuzluk durumu Mahkeme kararıyla tescil edilir ise, 90’lı yılların failleri meçhul cinayetlerin, 28 Şubat’ta yargıçlara direktifler gönderenlerin, Danıştay cinayeti sanıklarının, TSK sitelerinden bağlı oldukları siyasi iktidarı devirmek için propaganda yapanların, Musa Anter cinayeti sanığını senelerce kollayan resmi görevlilerin, bu saydığım durumlar tartışılmaz gerçeklerdir, hala aramızda ellerini, kollarını sallayarak dolaştıkları ihtimalidir.
Bu ihtimal çok sevimsiz bir ihtimaldir, Ergenekon sanıkları beraat ederler ise, kendilerinden özür dilemek gerekecektir ama hemen arkasından da Danıştay cinayetini kimlerin planladığını araştırmaya yeniden başlamak gerekecektir.
İkinci nokta, bu konuyu Ergenekon ve Balyoz davalarının başından beri çok önemsiyorum, sanıklara istinat edilen suçların suç olup olmadığı konusunda yargı, savcılık, kamuoyunun bir bölümü ile yargılanan, haklarında dava açılan kişiler ve daha da vahimi toplumun bir bölümü arasında ciddi bir fikir ayrılığı var ve bu konu pek konuşulmuyor.
Özellikle 2002 senesinden günümüze, bu süreç AK Parti’nin 2007 seçim zaferinden sonra daha da belirgin hale geldi, Türkiye’de yaşanan bazı gelişmeler, mesela Sayın Cumhurbaşkanı’nın, Sayın Başbakan’ın eşlerinin türbanlı oluşu, bazı kesimler için askeri bir müdahalenin meşruiyeti, gerekliliği konusunda maalesef karine niteliğine dönüştüler.
Nasıl bir dünyada, nasıl bir ideolojik çerçeve içinde yaşadıkları, yetiştikleri belirsiz bazı çevreler Ergenekon ya da Balyoz davalarında savcıların sanıklara yönelttikleri suçlamaların aslında suç olduğuna inanmıyorlar.
Bu zihniyete göre, şartlar oluştuğu anda darbeler meşruiyet kazanıyor; bu yapılanların suç olduğu kendilerine hatırlatıldığı zaman da şaşırıyorlar, bu girişimlerin kendilerinin görevi olduğunu düşünüyorlar.
Evrensel ceza hukuku ilkeleri konusunda taraflar arasında anlaşmazlık başladığı, neyin suç olduğu konusunda belirsizlik oluşmaya başladığı andan itibaren işlerin çok zorlaşacağını görmek için kahin olmaya gerek yok.
Toplumda yüzde onu aşan bir kesimin askeri darbenin bazı şartlarda anlaşılabilir bir şey olduğunu telaffuz etmeye başlaması işleri içinden çıkılmaz hale getirebiliyor.
Ergenekon ya da Balyoz davalarında esas tartışma konusu sanıklara istinat edilen suçların bu sanıklar tarafından işlendikleri değil, bu planların, bu eylemlerin, berili koşullar yan yana geldiği zaman, suç olup olmadığı.
Askeri darbelerin, darbe planlarının, koşullar ne olursa olsun, suç oluşturduğu fikri toplumun bütününde yerleşmeden işimiz zor.
Yazımın başlığına koyduğum “Gölge boksu” ifadesini de biraz bu anlamda kullandım.
Üçüncü konu, TSK’nın kimliğiyle ilgili.
Ergenekon ve Balyoz sanıkları ve avukatları “bu suçlar işlenmedi dediler”, “bunlar suç değil” dediler ama bir şeyi söyleyemediler zira kimse inanmaz idi: “TSK asla böyle bir pis işin içinde olmaz”.
Bu imaj kanımca yeni komuta kadrosunun temel meselesi olmalı.