Mayıs 1919’un 100. yıldönümünde, tarih bizi yeni muhasebelere yöneltiyor. 100 yıl önceki süreç, Anadolu’da Türklüğü yok etmeyi hedeflemişti.
Türkiye Cumhuriyeti 100 yıllık bir istisnadır. Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğal bir devamı değildir. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanışını ve paylaşımını planlayanlar Türk-Müslüman nüfusa bir vatan rezerve etmemişlerdi. Toprak paylaşımı yaparlarken, Anadolu’daki Türk varlığına ne olacağı umurlarında değildi. Misakı Milli, tahammülün son sınırıdır.
Birinci Dünya Savaşı sürerken Mayıs 1916’daki Sykes-Picot anlaşması, haksız ve vicdansız paylaşımın zirvesidir. Ancak Osmanlı vatan toprağının gıyapta ve daha savaşın sonucu belli değilken paylaşılmasının ilk örneği Sykes-Picot değildir. Ondan bir yıl önce Nisan 1915’te İtalya’yı yemlemek için Londra’da gizli anlaşma yapılmış, Osmanlı toprağından İtalya’ya pay vadedilmişti. İtalya, gizli Londra Anlaşması’yla satın alındı ve saf değiştirdi.
Osmanlı’nın paylaşımı konusunda ondan da eski anlaşma, Mart 1915 Konstantinopol Anlaşması’dır. Anlaşma İstanbul’da imzalanmamıştı. Ancak İstanbul’un ve Çanakkale dahil Boğazların Çarlık Rusyasına bırakılmasını öngörüyordu. Kim bırakıyor? İngiltere ve Fransa... Hem de bu anlaşmanın imzası 20 Mart 1915’tir. 18 Mart’ta Çanakkale’den geçmeye çalışıp sulara gömüldüklerine bakmadan, bu yenilgiden iki gün sonra, nasıl olsa İstanbul’a gelecekleri beklentisiyle, Çarlık Rusyasına pek de istemeden İstanbul’u bırakacaklarına söz vermişlerdi. Cüret böyle bir şey.
İngiltere ve Fransa, İtalya ve Rusya’yı yanlarına çekmek için Mart ve Nisan 1915’te gizli anlaşmalarla Osmanlı vatanını paylaşıyorlar. Üstelik bu anlaşmalara uymayacaklarını da biliyorlar. Sonra Rusya ve İtalya’yı dışarıda bırakarak, kendi aralarında Mayıs 1916’da Sykes-Picot’yu yapıyorlar. Sonra da 1919 Paris Konferansı’nda, kalan Osmanlı toprağını paylaşıyorlar. 1920 Sevr, sürecin en sonudur.
Ve bu süreçte uluslararası ilişkiler, iki yüzlülük, çifte standart ve kaypaklık üzerinde yol almıştır. 20 yüzyıl başında hayli yaygın olan bu gerçeklerin 21. yüzyılda tekrarlanmadığı konusunda garanti yoktur. Günümüz dünyası, haklı olmak yanında, ulusal çıkarın bilincinde olmayı ve hak için kavgayı göze almayı gerektiriyor.
Önce Çanakkale kapatıldı
Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı için apansız gelmişti... Paylaşımı planlayanlar ise çok önceden hazırlıklıydı. Savaş Avrupa’da 28 Temmuz 1914’te başladı. Alman gemileri Goeben ve Breslau Çanakkale’den 10 Ağustos’ta geçtiler... Bu gemiler 29-30 Ekim’de Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalayıp, Osmanlıyı savaşa soktular.
Haftalar içinde tarihin akışı belirlendi. Günlerin bile önem taşıdığı akış içinde, Alman gemilerinin yarattığı ve Enver Paşa’nın desteklediği oldu-bitti ile Osmanlı’nın savaşa girdiği bilinir. Ancak Rus limanlarının bombalanmasından önce Osmanlı bir başka oldu-bitti ile savaşa sokulmuştu.
27 Eylül Pazar günü Çanakkale Boğazı’nın Kum Kale tarafında istihkam işlerinden sorumlu Alman Albayı Weber, kendi başına boğazın mayınlanması emri verip, boğazı trafiğe kapattı. Aslında bu olay durup dururken olmamıştı. 26 Eylül’de bir Osmanlı destroyeri Çanakkale’den Ege’ye açılmıştı. İngiliz gemileri Boğaz çıkışında bekliyordu. Bir İngiliz destroyeri, Osmanlı gemisini geri çevirdi. Çanakkale’den çıkılamıyordu… Bunun üzerine de Weber, Boğaz’ı kapattı. Osmanlı’nın savaşa girmesinin ilk adımı bu oldu.
Çanakkale Boğazı’nın Alman ordusunun keyfiyle mayınlanıp kapatılması, zaten Osmanlı’yı savaşa sokmuştu. İngiltere ve müttefikleri ertesi gün Sadrazam Said Halim Paşa’ya gidip, durumu protesto ettiler ve Çanakkale’nin derhal açılmasını istediler. Paşa, savaş istemediğini söyledi. Çanakkale açığındaki İngiliz donanması çekilirse, Boğaz açılırdı. Şart makuldu, ancak İngilizler çekilmedi. Boğaz da açılmadı.
Boğaz’ın kapatılmasının ardından 29-30 Ekim Yavuz-Midilli’nin Karadeniz seferi geldi. Savunmasız Rus limanlarının bombalanmasının stratejik bir faydası yoktu. Sadece Osmanlı, Almanya’nın sahası olmuştu.
O tarihten, Kasım 1918’deki İstanbul işgaline dek Boğazlar geçilemedi. Aradaki sürede ise Rusya’da 1917 Bolşevik ihtilali koptu ve Çarlık yıkıldı. Boğazlar daha önce geçilseydi, tarihin akışı değişir miydi? Çarlık ayakta kalır mıydı? Yoksa Bolşevikler bir başka dönemeçte yine Çarlığı devirmeyi başarır mıydı? Yoksa savaş başarılarıyla güçlenen Çarlık, Bolşevikleri ve iç ayaklanmayı bastırıp yoluna devam eder miydi? Bu soruları ayrı değerlendirmek gerekir. Ancak şu gerçek var: Çanakkale’nin kapanması, Çarlık Rusyasının da kaderini kapatmıştır.
Çargrad neresi?
İsimler önemlidir. Coğrafya ve kent isimleri ise çok önemlidir. İsim, kimliktir… Constantinople ya da Konstantinopolis, emperyalist Batılı iştahının kodlarıdır. Bu isimler turistik değildir. Kentin kimliğini, egemenliğini değiştirmeyi hedefleyen kod kelimelerdir. Dersaadet ise dündür, bugündür, yarındır... Kalıcıdır.
İstanbul kelimesinin Rumcadan gelmesi, küstah ve kibirli hadsizliklere konu olsa da, İstanbul, farklı mesaj verir... İstanbul, Türk-İslam damgasıdır. İstanbul, bu kent için, tarihin geldiği son noktanın adıdır. Bundan sonra İstanbul için tarih durmuştur. Gelecek de, sonsuzluk da, İstanbul’dur.
İsim kargaşasına gerek olmamakla birlikte, bilgi olarak aktaralım: Slav-Ortodoks aleminde İstanbul’a Çargrad derler. Çar-Sezar-İmparator kelimeleri aynıdır. Grad, kent anlamındadır. Roma ve Bizans zamanında kent, bu isimle de anılıyordu. Siyasi maksatla kullanılmıyorsa, Çargrad ismine belki turistik perspektifle bakılabilir.
Unutulmaması gereken, şudur: Fatih Sultan Mehmet, Sezar ünvanını, geri vermemek üzere üstlenmiştir. Sezar ünvanını da İstanbul gibi elde tutuyoruz.
Midilli’den, Hitler’e…
2. Dünya Savaşı Alman ordusunun generalleri, gökten zembille inmemiştir. Çoğu, Birinci Savaşı yaşamış, 1919 Versay anlaşmasının utancını taşımış genç subaylardı.
Çanakkale Boğazı’nı kapatan ve ‘Weber Paşa’ diye anılan Eric Paul Weber 1933’te öldü. Osmanlı’daki Alman Heyeti Başkanı Liman von Sanders, 1929’da Berlin’de öldü.
Ancak Weber Paşa başka bir iz bırakmıştı: Çanakkale Savaşı sırasında kızı ve eşi İstanbul’daydı. Midilli’nin genç subaylarından Karl Dönitz, İstanbul’da Weber’in kızı İngeborg ile tanışmıştı. Dönitz, Breslau subayıydı ve fes giyerek Karadeniz’e çıkanlar arasındaydı. Amerikalı tarihçi Michael Collins Dunn’ın bilgisine göre, iki genç Mayıs 1916’da İstanbul’da evlendiler.
Dönitz, 20 yıl sonra gelen 2. Savaşta Alman Denizaltı filolarının korkulu komutanı olacaktır. Ardından Büyük Amiral olur, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapar... Berlin düşmek üzereyken, Hitler tarafından son anda ‘Reich Devlet Başkanı’ olarak atanır. Hitler’in intiharının ardından Almanya’nın teslim anlaşmasını Dönitz imzalayacaktır.
Nurmberg Mahkemesi’nde yargılanan Dönitz, 10 yıl ceza aldı. 1956’da hapisten çıktı ve Almanya’da sessiz bir hayat sürdü. Eşi, 1962’de hayatını kaybetmişti. Dönitz ise 1980’de… Her şeyden önce, bir askerdi. Yavuz-Midilli olayını anlattığı kitabı Türkçeye çevrilmiştir.
Midilli’nin fes takmış Alman subayları. Aralarında sadece 2 Türk vardı ayakta sağdan 4. Şevket ve sağ başta oturan Mahmut... Dönitz, en önde bağdaş kurmuş soldaki.