İstanbul Bienali geçen haftasonu bitti. Ben de, hiçbir sanat olayını kaçırmayan müdavimlerden olmasam da, bunu kaçırmadım, son günlerinde de olsa yakaladım, ziyaret ettim.
Bienal, malum, iki yılda bir düzenlenen sergi demek. Çoğu gibi bizdeki de “modern sanat” odaklı. Ama bu son bienalin bir de politik odağı vardı: Gezi olayları. Yani sergilenen eserlerin kayda değer bir kısmı Gezi’yle ilgiliydi ve oradaki “ruhu” yansıtıyordu.
En çarpıcı eser ise, sanatçı Halil Altındere’nin “Harikalar Diyarı” adlı video çalışmasıydı. Bir tür müzik klibi olan bu filmi, diğer pek çok bieanal ziyaretçisi gibi ben de ilgiyle izledim. Ama içinde çok rahatsız edici bir tema da buldum ki, biraz açayım.
Söz konusu klip, İstanbul Sulukele’deki “kentsel dönüşüm”e direnen gençleri gösteriyordu. Hip-hop şarkılar söyleyen gençler, TOKİ’ye ve polise karşı direniyor, “mahalle”lerine sahip çıkıyorlardı.
Her şey bunla kalsa iyiydi de, klibin sonlarına doğru işin tadı kaçtı. Dans edip koşuşturan gençler, birden ellerine molotof kokteylleri aldılar. Bunların birini, kendilerini kovalayan bir polis memuruna attılar ve adamcağız cayır cayır yandı. (Klipte uzun uzun gösterildi bu dramatize sahne.) Sonra TOKİ’ye atıldı molotof kokteylleri ve bir TOKİ levhası da alevler içinde kaldı.
Kısacası, bayağı pervasız bir “şiddet övgüsü” çıktı “Harikalar Diyarı”nın içinden.
Şiddete övgü
Devam etmeden belirteyim ki, bunları söz konusu klibin veya benzeri çalışmaların yasaklanması için yazmıyorum. “İfade özgürlüğü”nün dar değil, geniş olanından yanayım.
Ama ifade özgürlüğü var demek, özgürce ifade edilen görüşler eleştirilemez, kınanamaz demek değildir. Bilhassa şiddeti yücelten mesajlar her şartta kınanmayı hak eder bence. (Apaçık şiddet çağrısı ise yasaklanmalıdır.)
Sözünü ettiğim klipte ise, polise ve TOKİ’ye (yani “devlet”e) karşı sokak şiddeti düpedüz övülüyor, özendiriliyor, haklı gösteriliyordu. Bunu kınadım, kınıyorum.
Dahası, bu numunenin, “Gezi ruhu” denen ve son altı aydır Türkiye’yi meşgul eden realitenin sorunlu kısmını da sembolize ettiğini düşünüyorum.
Bu ruhun bir kısmında, “barışçıl gösteriler” var ki, her özgür ülkede saygı gösterilmesi gereken demokratik bir haktır. Bu hakka yeterince saygı duyulmaması, yani barışçıl gösterilere sık sık gazla, copla müdahale edilmesi, Türkiye’nin süregiden bir demokrasi ayıbıdır. Gezi olaylarında da bence devlet cenahındaki en büyük hatalardan biri bu olmuştur.
Ancak, molotof kokteylleri atan, etrafı yakıp yıkmaya, polisleri öldürmeye yönelen “gösteri”ye de dünyanın hiçbir ülkesinde izin verilmez. Bu, suçtur, vandallıktır, barbarlıktır.
İşte, “Gezi ruhu”nun bir kısmında, bu şiddet dalgası açıkça vardı. Bunun “polis şiddeti”ne bir reaksiyon olarak geliştiği savlanabilir; muhtemelen de yer yer öyledir. Ama yine de, her sorumlu kanaat önderine düşen, bu şiddeti yatıştırmak, dindirmektir. “Sanat” aracılığıyla övmek, kışkırtmak değil.
Solun sevdası
Aslında problemin özünde, Gezi’de çok belirgin olan “sol” damar ve bunun bitmek bilmeyen şiddet sevdası geliyor.
Bana “yine sol düşmanlığı yapıyorsunuz, sağcı bey” demeyin. Söz konusu problemi, solun en radikal damarlarından birinin içinden çıkıp gelen Halil Berktay hoca, Taraf’taki enfes yazılarında deşifre etmiş, “Solun ‘haklı şiddet’i reddedemeyişi”ni yermişti. Arşivlerden okuyun derim.
Gezi hareketinin en başta belirgin olan demokratik meşruiyetini gölgede bırakan ise, işte bu taş, molotof, barikat sevdalısı damar oldu. Yoksa, Gandhivari kalan bir hareket, hem toplum nezdinde daha çok sempati toplayabilir hem de devlet katında daha çok anlayış bulabilirdi.