Türkiye Gezi Parkı eylemleriyle yakın tarihinin en ciddi krizlerinden birini yaşadı. İstanbul’un merkezi işgal edildi, bu işgalden umutlanan AK Parti karşıtları Taksim’i Tahrir’e çevirmeye çalıştı. İnsanlar sokaklara döküldü. Derken gerilim her alana sıçradı. Sonra da saflar sıklaşmaya başladı.
AK Parti mitingleri, kamuoyu yoklamaları Taksim’den Tahrir çıkmayacağını ispatlamış olsa da bazıları belli ki hala umudunu yitirmedi. Gerilimin tırmanması ya da en azından tırmanacak gibi durmasını arzu ediyorlar. Gezi ruhunu canlı tutmaya çalışıyorlar. Hepsinden önemlisi de iktidarı hata yapmaya zorlamak istiyorlar.
Silivri’nin işgal edilmesinden tutun da Ekim devrimi laflarına kadar çoğu fiktif bir sürü senaryo ortalıkta dolaşıyor. Üniversitelerin açılmasıyla birlikte öğrencilerin sokaklara döküleceği iddiaları ortaya atılıyor. Kürt sorunu kaşınmaya çalışılıyor. PKK’nın bekasına umut bağlayanların sayısı da hiç az sayılmaz.
***
Hemen söyleyelim yasal sınırlar içinde gösteri yapmak haktır. Bu hak göstericilere yüklediği sorumluluklarla birlikte 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde tescil edilmiştir. Gösteri yapmak isteyenlerin sorumluluklarını yerine getirmemesi halinde güvenlik güçlerinin ne şekilde hareket etmesi gerektiği de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarında mevcuttur.
Hükümetin yapması gereken tüm bu hak ve sorumlulukları içeren, nerede ve ne şart altında gösteri özgürlüğünün kullanabileceğini belirten bir el kitabı yayınlamak ve bunu tüm sivil toplum örgütleriyle paylaşmak, gösterinin içeriğinden çok yöntemi üstüne yoğunlaşan meşruiyet tartışmasını ortadan kaldırmaktır. Bu kitap istenirse belli başlı sivil toplum örgütlerinin katılımıyla da hazırlanabilir.
Böylece hangi gösterinin meşru, hangisinin gayrimeşru olduğu kolayca anlaşılır. Güvenlik güçlerinin hangi şart altında, hangi aracı kullanacağı ortaya çıkar. İhlal olursa sorun siyasi değil hukuki yollardan çözülür. Taksim ya da başka bir yerden Tahrir çıkartmak isteyenlerin hevesi kırılır. “Gösteri” demokrasiyi yok etmenin değil demokrasiyi güçlendirmenin aracı haline dönüşür.
İktidarın gösterilerden çekinmesine, piyasaya sürülen gerilim senaryolarından rahatsız olmasına da neden kalmaz. Gösterilerde dillendirilen taleplere yoğunlaşma, onları anlama fırsatı bulunur. Gerilim yoluyla Türkiye’nin imajının, ekonomisinin ve siyasetinin yıpratılması teşebbüslerinin önü kesilir. Türkiye rahatlar, normalleşir, kendine olan güveni geri gelir.
Unutmayalım ki gerilimi canlı tutmanın ne ülkeye, ne de iktidara yararı var. Türkiye’nin Ekim ayında zaten olmayacak bir devrimi tartışmaya, onun üstünden kabus senaryoları görmeye hiç ihtiyacı yok. Belki farkında değiliz ama bu konuları yazdıkça, konuştukça gerilimi canlı tutmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyoruz.
***
Korkularımızdan kurtulalım, bugünkü Türkiye’yi geçmişle ya da Ortadoğu’daki örnekleriyle karşılaştırmayı bırakalım. Artık Türkiye’de ne modern, ne post-modern darbe olur. Ne de Taksim’den Tahrir çıkar. 28 Şubat da çok geride kaldı. Türkiye de zaten Mısır değil.
Türkiye’de her zaman darbe hayal edenler, demokrasiyi işlerine geldiği şekilde yorumlayanlar olacaktır. Ama onlara bakarak siyaset belirleyecek olursak sonuçta onların tuzağına düşeriz, onların kurguladığı paradigmanın içine hapsoluruz. Bizim asıl o paradigmayı değiştirmeye, Türkiye’de gerilim varmış izlenimi vermemeye ihtiyacımız var.
Türkiye pozitif gündem yaratmak zorunda. Daha fazla demokratikleşmeli, daha çok sorunumuzu çözmeye talip olmalıyız. Başbakan Erdoğan’ın yapmaya başladığı kapsayıcı, kendisine karşı olanları da kucaklayıcı konuşmalar bu yönde atılmış bir adımdır. Umarız bu konuşmaları yasal düzenlemeler takip eder. İktidara yakın kanaat önderleri de gerilim tırmandırıcı değil, düşürücü bir üslup benimser.