Arşiv çalışmasına dayalı bir kitaptan 1915 yılına ait bir belgeye denk geldim. Başlığı “Öğretmenler İçin Kurallar.”
Kadın ilkokul öğretmenleri için yazılan 12 maddelik metni günümüz Türkçesine çevirerek birlikte okuyalım:
1. Sözleşmeniz süresince evlenmeyeceksiniz.
2. Erkeklerle arkadaşlık yapmayacaksınız.
3. Okul işleri hariç olmak üzere, akşam 8’den sabah 6’ya kadar evinizde olacaksınız.
4. Şehir merkezindeki dondurma dükkanlarından herhangi birinde takılmayacaksınız.
5. Okul yönetici kurulunun başkanından izin almadıkça şehir dışına çıkamazsınız.
6. Babanız veya erkek kardeşiniz dışındaki bir erkekle at arabası veya otomobille seyahat edemezsiniz.
7. Sigara içemezsiniz.
8. Parlak renkli elbise giyemezsiniz.
9. Saçınızı zinhar boyayamazsınız.
10. En azından bir astarlı etek giyeceksiniz.
11. Elbiseniz ayak bileğinizden en fazla 5 cm yukarıda olabilir.
12. Sınıfı temiz ve düzenli tutmak için yerleri günde bir kez süpürmeli ve haftada bir kez sıcak sabunlu suyla silmeli, karatahtayı günde bir kez temizlemeli ve -8’de öğrenciler geldiğinde sınıf sıcak olsun diye- sobayı sabah 7’de yakmalısınız.
1915 yılına ait bu 12 maddelik kural seti, Osmanlı’nın ana şehirlerinden olan Konya’ya yakın Kadınhanı gibi bir yerleşim yerine ait değil.
Bu kurallar, San Francisco şehir merkezine yaklaşık 50 km mesafede olan Clayton adlı küçük bir şehirdeki bir okuldan alınma. (Kullandığım kaynağı merak edenler için not edeyim: Clayton Historical Society, 2006, Images of America: Clayton, San Francisco, CA: Arcadia.)
Görüldüğü üzere, yukarıda sıralanan kuralların Osmanlı ile ilgisi yok.
Madem Osmanlı ile ilgisi yok, o zaman neden başlığı Osmanlı ve gericilikle ilgili seçtim?
Genelde, modernleşme algımızın, özelde ise eğitimdeki modernleşme algımızın sorunlu olduğunu ortaya koymak için. Bundan daha önemlisi, gerici-ilerici gibi kavramların tarihi olayların karmaşıklığını anlamak için hemen hiç bir işe yaramadığını ortaya koymak için.
Türkiye’deki tipik bir eğitim tarihi anlatısı, kendisini eğitimin nasıl gittikçe modernleştiğini anlatmaya hasreder. Modernleşmeyi ise genellikle sekülerleşmeyle sınırlandırır. Bunun sonucunda, eğitim medreselerden ve Darülfünundan kurtulup okullu ve üniversiteli oldukça, eğitimin modernleştiği ve ilerlediği varsayılır.
Dahası, geçmişe ait ne varsa, hemen hepsine bir düşmanlık beslenir ve bunun sonucunda geçmişinden ve dolayısıyla kendisinden nefret eden şizofren bir nesil yetiştirilir.
Oysa karşılaştırmalı bir analiz, örnek almaya çalıştığımız ülkelerin hiçbirinin geçmişini körü körüne kötülemeye girişmediğini, varsa hatalarından da dersler çıkarmaya çalıştığını göstermektedir. Bir örnek vererek açıklamaya çalışayım.
Bizde İstanbul Üniversitesi tarihi, medreseyle ve Darülfünunla düşmanlık üzerine kurulur ve anlatılır. Hala böyledir.
Oysa hiçbir Harvard Üniversitesi tarihinde, kiliseye düşmanlık anlatısını bulamazsınız. Harvard Üniversitesinin web sayfasına bakarsanız, üniversitenin adının genç bir hayırsever papazdan alınmış olduğunun hiçbir kompleks olmaksızın anlatıldığını göreceksiniz.
Başa dönersek, “ilerici aydın”lar bu 12 kuraldan herhangi birini Osmanlı’nın herhangi bir belgesinde görseler, eminim ki, başlarlar “gerici eğitim”in bizi nasıl geri bıraktığı masallarını anlatmaya...
Bu “ilerici”ler, 1915’te “gerici eğitim” sunan Kaliforniya’nın 1950’lerden itibaren Silikon Vadisi’ne nasıl sahip olduğunu anlatsınlar, biz de bu “ilerici”lerin aslında geri kalmış olduğunu düşünmekten vazgeçelim ve kendilerini ciddiye alalım.
Çünkü ne olduğumuzu ve nasıl bugüne geldiğimizi doğru bir şekilde anlamadan, kendimizle barışmamız ve herhangi bir konuda isabetli politikalar geliştirmemiz mümkün değil. Bundan dolayı, ciddi tarihçilere çok büyük ihtiyacımız olduğunu her geçen gün daha iyi anlıyoruz.
Bu milletin tarihini hala ilerici-gerici gibi artık tamamen anlamsız ve modası geçmiş kavramlarla yazmak, hızlı uçak ve tren çağında kağnı ile uzak mesafelere seyahat etmek gibi bir şey. Bu cümleyle ilerlemeye karşı olmadığım, bir ideoloji olarak ilericiliğin kavramsal körlüğüne karşı çıktığım da anlaşılmış oldu sanıyorum.