ABD’nin yeni Ankara büyükelçisinin dün medyaya yansıyan değerlendirmeleri, satır aralarına bakıldığında hayli ilginç bir dönemin işaretlerini taşıyor. Bu değerlendirmeler, her bakımdan yakın geçmişten daha farklı bir ilişki biçimine ve düzeyine işaret ediyor.
Türk-Amerikan ilişkilerini, kolayca kopabilir ya da fazlasıyla kırılgan görenlerin, Soğuk Savaş döneminden kalan bir bakış ve algıyla hareket ettiklerini; dahası yeni dönemde bu ilişkinin farklı bir çıtaya taşınmasından da rahatsız olduklarını söyleyebiliriz.
Dünyanın yeniden kurulduğundan söz edebilir miyiz, bilemiyorum. Belki fazla iddialı olur. Ancak yakın coğrafyamızı doğrudan ilgilendiren, dönüştüren ve kısa sürede beklenmedik değişimlere kapı aralayan bir dönemde olduğumuzu söyleyebiliriz.
Bugün IŞİD üzerinden neredeyse tüm dünyanın ilgisinin yoğunlaştığı bir bölgenin merkez ülkelerinden birisiyiz. Bu üzerimizdeki riskleri ve operasyonları artırdığı gibi, daha farklı bir hızla ve sonuç alıcı hamlelerle yola devam etmemizin de önünü açabilir.
Ancak bunu yapabilmenin belki de en temel kuralını, sıkça ve anlamsız gerekçelerle ihmal ediyoruz. Türkiye sadece bölgesinin değil, İslam dünyasının, aynı zamanda küresel ölçekteki rekabetin temel ve önemli aktörlerinden birisi. Dolayısıyla oyun kurarken, başka bir deyişle kafasını kaldırıp dünyaya bakarken, gücünün ve kendisinin farkında olması gerekiyor.
Bu noktada bir sorun yaşanıyor. Sıkça bu köşede dile getirdiğim bir tez var. Türkiye’nin değişim serüveninde siyasetin cesareti ve hamle kabiliyeti, tuhaf bir şekilde entelektüel hayatın çok önünde gidiyor. Siyaset açısından baktığınızda bu çok önemli bir kazanç gibi görülebilir. Ancak işin aslı, okur yazarlarınızın hakkıyla eşlik etmediği bir değişim, sürekli aksıyor, istenen mesafe alınamıyor. Bu defa siyaset gereğinden fazla güç sarf ediyor, aradaki mesafeyi kapatabilmek için attığı adımlar bambaşka bir çehreye bürünüyor.
Türkiye üzerine giydirilmek istenen ‘otoriterleşme’ adlı gömleğin, biraz da bu farkın ürünü olduğunu düşünüyorum. Ankara’nın duruşu, tavrı ve özellikle etrafındaki sorunlara gösterdiği aktif ilgi, nedense çok az ve sınırlı sayıda isim ve kesimde heyecan uyandırıyor. Bunun akademi dünyasına yansıyan bir boyutu yok. Medya günü birlik yaşıyor. Edebiyat neredeyse tümüyle bu alandan kopuk. Dolayısıyla da siyaset bu ağır yükü kendi başına paylaşmanın gayretiyle yıpranıyor.
ABD’nin yeni büyükelçisine soru soran kimi meslektaşlarımızın, kendi medya gruplarının duruşuna destek aramak adına araya sıkıştırdığı ‘Türkiye otoriterleşiyor mu, Beyaz Saray mı büyük, yoksa bizimki mi?’ kabilinden soruları, bu kapsamın biraz ötesinde görsek de; eninde sonunda okur yazar ilgisizliğinin bir başka yüzünü temsil ediyor.
Türkiye, tekrar ikinci sınıf bir algı, ilişki biçimi, oyun kurgusu ve hamle kabiliyetine döndürülmek isteniyor. Bunun için dışarıda birilerini aramaya gerek yok. Kendi içimizde yeterince marifetli isim ve kesim var.
Oysa az önce sözünü ettiğim mülakatı okuyun. Amerikan tarafının, Türkiye’nin yeni rolü ve duruşu konusunda bizdekilerden çok farklı bir algı ve arayış içinde olduğunu görebilirsiniz. Özellikle arayış ifadesini kullandım. Zira bu sürecin bizi yeniden ‘eski Ankara’ya döndürme ihtimalinin ne olduğunu da tartmaya çalışıyorlar.
Geri dönemeyiz, dönmemiz için bir neden de yok. Büyük oyunda küçük rol alıp erken saatte seti terk etmek isteyenlerin Türkiye’si tarihe karışmalı. Bunun için yapmamız gereken tek şey kafamızı kaldırmak. Hepsi bu.